Sünnîlik Ya Da Batı Merkezli Çatışma Teorilerinin Operasyon Alanı Ortadoğu

Sünnîlik Ya Da Batı Merkezli Çatışma Teorilerinin Operasyon Alanı Ortadoğu

Yazdır Çalışmayı İndir (PDF)


ABD'de gerçekleştirilen 11 Eylül saldırılarından bugüne değin Ortadoğu merkezli radikal dinî hareketlerin ve terör saldırılarının ele alınmasında Batı merkezli bir kavramlaştırmanın baskın ve belirleyici etkisi, entelektüel dünyamızı âdeta teslim almıştır. Bu kavramsallaştırmanın İslâmofobi üzerinden yürütülen bir “ılımlı İslâm-radikal İslâm” dikotomisi olduğunu ileri sürmek mümkündür.

Bugünlerde sadece İslâm toplumları değil, Batı dünyası da el-Kaide, en-Nusra, eş-Şebab, Ahrar eş-Şam, Ensar eş-Şam gibi uluslararası ve mahallî birçok devrimci örgütün isimlerini basın ve yayın yoluyla öğrenmektedir. Özellikle son zamanlarda Suriye meselesiyle içli dışlı olan Türk dış politikasının sonucu olarak da kamuoyumuz bu radikal grupları daha yakından duymaya ve tanımaya başlamıştır. Bir zamanlar daha çok Filistin meselesi düzleminde adlarını duyduğumuz Hamas ve Hizbullah gibi örgütlerle yalnızca Şiî devrimci yapılara ait olan radikal ve militarist askerî söylem, 11 Eylül saldırılarıyla ve özellikle de Suriye’deki iç savaşla birlikte Sünnî dünyaya da yayılan ve Sünnîliği de tanımlayan bir kavram olmaya başlamıştır.

Bugün artık herkes İslâm dünyasının bir mezhep savaşına doğru sürüklenmeye başladığı konusunda hemfikir gibidir. 11 Eylül saldırılarıyla birlikte Batı medyasının çoğu tarafından güçlü biçimde işlenen ve olup bitenin aslında bir medeniyetler çatışması olduğunu ileri süren tez, son yıllarda yaşanan gelişmelerle -bir anlamda- şimdi çok daha güçlü bir şekilde kanıtlanmış gibidir. Buna göre, Anglo-Amerikan oryantalizm diliyle söylenecek olursa, çöken İslâm medeniyeti Batı’nın değerlerine karşı hınç ve öfkeyle saldırmaktadır. Irak’ın işgaliyle bu saldırıları püskürten Batı, şimdi İslâm medeniyetinin ve İslâm’ın aslında neden bu Batılı değerlerle asla örtüşmediğini kanıtlamaktadır. Çünkü artık yalnızca Şiî dünya değil Sünnî dünya da radikal terörist grupların ana rahmi gibidir. Batılı oryantalizmin ürettiği İslâmofobi’yi gittikçe güçlendiren bu söylem, artık İslâm korkusunun yalnızca Şiîliğe ait olmadığını, aslında İslâm’ın kendisinin de bir iç mesele olarak görülmesi gerektiğini tüm dünyaya va’z etmektedir.

Arap Baharı ile birlikte demokratikleşme beklentileri artan Ortadoğu bugün ülkelerin bölüneceği bir coğrafyaya doğru evrilmektedir. New York Times’da yazan Robin Wright’ın öngördüğü geleceğin muhtemel Ortadoğu haritasında, bölgedeki 5 Arap devletinin 14 parçaya ayrılacağı iddia edilmektedir.[1] Aşağıda yer verilen söz konusu haritada; Suriye’nin Alevî, Kürdistan ve Sünnî devlet olmak üzere üç; Suudî Arabistan’ın Kuzey Suud, Doğu, Batı, Güney ve Vehhabî devleti olmak üzere beş; Yemen’in iki; Libya’nın ise üç devlete bölüneceği gösterilmektedir. Böylece artık “Sünnîstan” denilen bir bölge ihdas edilerek Sünnîlik kendi içinde bir ayrışmanın ve çatışmanın alanı olarak konumlandırılmaktadır. Yine Türkiye’de mezhep çatışmasından bahseden birçok uzman ve devlet ricali, bu mezhep çatışmasının “Sünnîlik” ile “Şiîlik” arasında cereyan etmekte olduğunu varsaymaktadır.  

Oysa Ortadoğu’da bir mezhep savaşı olduğu ve bu savaşın Sünnîlik üzerinden yürütüldüğü iddiası, aslında Batılı oryantalizmin 11 Eylül saldırılarından itibaren yürüttüğü “medeniyetler arası savaş” söyleminin devamından başka bir şey değildir. Ne yazık ki İslâm dünyasındaki gruplaşmaların ve farklılaşmaların tarihî yapısı dikkate alınmadığından, Türkiye’deki alan dışı uzmanlar ve devlet ricali bu oryantalist dilin kurbanı olmaktadır.

Zira bugün İslâm coğrafyasında kimlikler, mezhepler üzerinden kendilerini kurmaktan çoktan vazgeçtiler. Ayrıca Sünnîlik bir adlandırma olarak kullanılsa da dış dünyada delâleti olmayan sözde-sanal bir isimden başka bir gerçekliğe işaret etmemektedir. Batılı jargonlara teslim olmuş Türk entelektüel ve gazetecileri maalesef “mezhep çatışması” diye aslında hiçbir gerçekliği olmayan uydurma bir çatışmayı kabul ettirmeyi başarmışlardır. Bunu söyleyenlere öncelikle çatıştığı varsayılan mezheplerin neler olduğu sorulmalıdır. Zira İslâm düşünce tarihinde mezhep dediğimizde iki farklılaşmayla karşılaşırız: Birincisi fıkhî-amelî mezheplerdir ki bunlar Hanefî, Malikî, Hanbelî ve Şafî olmak üzere dörde ayrılır. İkincisi ise itikadî mezhepler olup bunlar da Mu’tezili, Eş’arî ve Matûridî’dir. Buna karşılık ise Şiî dünyada Şia, Caferî ve Zeydiyye denilen gruplar bulunmaktadır. Bugün bu mezheplerden Şiîlik ve Zeydîlik dışında hemen hemen hiçbirinin bir fonksiyonu ve karşılığı bulunmamaktadır.

Müslümanlar bireysel uygulamalarda ve ibadet alanında kısmen fıkhî mezheplere uymakta iseler de, dünyayı algılama, dini anlama ve yorumlama konusunda bu mezheplerin İslâm dünyasının düşünce hayatını yönlendirme gibi bir rolü bulunmamaktadır. Hele hele kurucu bir siyasî kimlik olma gibi bir iddiaları ise hiç yoktur. Söz gelimi Türkiye’de ne ilâhiyat eğitimi ne de dinî eğitim bu mezheplerden birinin sistematiğine göre verilmektedir. Bu nedenle İslâm dünyasında bir mezhepler savaşı söz konusu değildir. Olan Şiîlik ile Selefîliğin ve onların alt gruplarının kapışmasından ibarettir.

Bugün dinî devrimci örgütlerin çoğu Selefî ağına bağlı gruplardır. Selefîlik’in Sünnîlik içinde yer alıp alamayacağı ise son derece tartışmalıdır. En azından şu anlamıyla tartışmalıdır ki, Selefîlik modern bir olgudur; dolayısıyla, tarihte tezahür etmiş ve yapılanmış Ehl-i Sünnet ile asla doğrudan ilişkilendirilemez. İslâm dünyasında bir mezhep savaşlarından bahsetmek ve Sünnîliğin bu çatışmanın tarafı olduğunu söylemek, Batılı oryantalizmin, 11 Eylül sonrasında İslâm medeniyetini toptan suçlu ilân etmek için ortaya koyduğu “kirli strateji”ye katkı sağlamaktan başka bir şey değildir.

Osmanlı yönetimi altındaki topraklarda Sünnîlik, içinde Hanefîlik, Şafîlik, diğer fıkhî mezheplerle birlikte İbn Arabîcilik, Mevlevîlik ve Bektaşîliği barındıran geniş bir kavram olarak tezahür etmiştir. Siyasî farklılaşma ise, Safevî devletinin Şiîliği bir güç olarak Anadolu’ya ihraç etmesiyle Osmanlılar ile Safevîler arasında yaşanmıştır. Fakat bu siyasî çekişme, Osmanlı içindeki farklılıklarda Şiîliğin felsefî ve tasavvufî etkisinin Sünnî denilen ulema üzerindeki etkisini sınırlamamıştır. Şia’nın bir kolu olan İsmailîliğe mensup Nasırüddin Tusî’nin Ahlâk-ı Nasiri ve Tecridu’l-İ’tikad eserlerinin Osmanlı’daki izdüşümleri başka nasıl izah edilebilir ki? Bu nedenle Osmanlı’da Sünnîliğin çatısını şu şekilde kurabiliriz:

Osmanlılar, Safevî tehdidini savuşturduktan sonra ve Şiîliğin siyasî gücü sona erdiği bir zamanda, bu sefer daha önce hiç olmayan bir şeyle karşılaşmışlardır: Vehhabîlik. Böylece Sünnîlik içinde ilk defa siyasî ve itikadî derin bir bölünme gerçekleşmiştir. Daha sonraki yıl-larda Vehhabîliğin Selefliğe eviril-mesiyle, 20. yüzyılın başlarından itibaren İslâm dünyasında Sünnîlik bir “orta yol görüşü” olmaktan çıkmış, mezhep sistematiği tamamen terk edilmiştir. Buna karşılık İslâmcı gruplar ve bazı tasavvufî ekoller Selefîliğin çevresinde alan kazanmıştır. Dolayısıyla bugün İslâm dünyasında ve Türkiye’de Müslümanların zihin dünyasında Sünnîlik oldukça dar bir çerçevede algılanmaktadır.

İslâmî amel, pratik ve inanç alanlarını mezhepler değil, bunun yerine modern İslâmcı gruplar, cemaatler, tarikatlar ve büyük oranda da Selefî düşünce doldurmaktadır. Bugün Sünnîlik, içerisi mezhepler tarafından doldurulan bir kavram olmaktan çıkmıştır. Sünnîliğin içi daha çok Selefîlik tarafından doldurulmaktadır. Ve bu anlayış, tek gücünü Şiî karşıtlığı üzerine kurmaktadır.

İçinde bulunduğumuz çağda Müslüman dünyadaki gruplaşmaları şu şekilde tanımlamak mümkündür:

Görüldüğü gibi Müslümanlar için fıkhî mezheplerin rolü yalnızca ibadet alanları ile sınırlıdır. Buna karşılık gündelik yaşamı ve siyasî davranışları güdüleyen ana akım Selefîliğe tutunmuş İslâmcı gruplar ve tarikatlardır. Bu açıdan bakıldığında, İslam coğrafyasında iki büyük anlatı vardır; bunlardan birisi Selefîlik, diğeri de Şiîlik’tir. Buna karşılık diğer anlatılar daha çok Selefîliğin ağına  tutunan vassal kimliklerdir. Söz konusu gruplar ya Selefî yaklaşım adına kavga etmekte ya da ondan rol devşirmektedir. Elbette bu ön tespit, Selefî etkiden bağımsız biçimde varolmaya çalışan cemaat ve tasavvufî grupların olmadığı anlamına gelmemektedir. Fakat Selefîlik, sahip olduğu yumuşak ve sert güç araçlarıyla hızla söz konusu bu yapıların alanlarını daraltmakta ve kendi alanını genişletmektedir. Bu nedenle İslâm dünyasında bir mezhep çatışması söz konusu olamaz. Zira, olabilecek çatışmanın adı, Şiî ekol ile Selefî öğretiye mensup grupların ideolojik-siyasî kapışmalarıdır ki, bunu da bir mezhep çatışması olarak adlandırmak doğru değildir.

Türkiye’nin, son yıllarda Ortadoğu coğrafyasında yaşananların gittikçe daha anlaşılır hâle getirdiği ve kökü birkaç asır önceye dayanan bu oryantalist tuzaktan etkilenmemesi mümkün değildir. Ancak kurulan kumpası bozmak ve süreçten en az ziyanla çıkmak mümkündür. Bunun için, her şeyden önce Maturidî ve Hanefî düşüncenin ihyâsı gerekmektedir.

 

[1] Robin Wright, “How 5 Countries Could Become 14”, New York Times, 28 Şubat 2013,
 http://www.nytimes.com/interactive/2013/09/29/sunday-review/how-5-countries-could-become-14.html

Tamamını okuyun...