SUNUŞ
Geçmişten bugüne dünyanın herhangi bir köşesindeki hadisenin, dünyanın bir diğer köşesine olumlu ya da olumsuz şekilde yansıyabildiğine işaret eden çok sayıda gelişmeye şahitlik ettik. Son olarak Çin’in küçük bir şehrinde görülen bir hastalığın kısa süre zarfında tüm dünyadan milyonlarca insana bulaşabildiğini ve yüz binlercesinin ölümüne sebep olduğunu gördük. Koronavirüs salgını ile dünyanın ne derece küçüldüğünü ve aynı zamanda insanların ve ülkelerin birbirine ne derecede bağlı ve bağlantılı olduğunu bizzat yaşayarak idrak ettik. “Küresel sorun” kavramının ne olduğunu belki de bundan daha iyi şekilde ortaya koyan bir durumla karşılaşmamıştık. Salgın bizlere sınırlarımızın ötesindeki gelişmeler karşısında sağır ve kör kalamayacağımızı acı bir tecrübe ile öğretmiş oldu. Salgınla mücadele konusunda ortaya çıkan arayışlar, hem ülkelerin birbirine nasıl muhtaç olabileceklerini ve işbirliğine olan büyük ihtiyacı hem de ülkeler arasında ilişkileri belirleyen rekabet ve çıkar çatışmalarını gündeme getirdi.
Uluslararası sistemin başat aktörü olan devletlerin birbirlerine rakip olmaları, devletler arasında yaşanan millî menfaatleri koruma odaklı güç mücadelesinin bir tezahürü olagelmişti. Diğer devletler karşısında daha güçlü olmanın, onlar karşısında hak ve çıkarlarını koruyabilmenin ve millî bekayı teminat altına almanın rasyonel davranan devletler için temel hedefler olduğu hep söylenegelmişti. Günümüzün rekabet ortamı artan ve gerginleşen uluslararası ilişkilerinde bu hedeflerin hayatî önemi haiz olduğunu bizlere gösteren sayısız örnek bulmak mümkün.
Dünyanın tek bir hegemon güç tarafından şekillendirilmediği de Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi iki kutuplu bir yapının var olmadığı da çok açık. Artık birbiriyle rekabeti kızışan birden çok küresel aktörün ve kendi bölgesinde liderlik için mücadele eden devletlerin öne çıktığı bir uluslararası sistemden bahsetmek mümkün. Günümüzün güç dağılımı ve güçler arası mücadelelere bakıldığında, “çok kutupluluk”tan bahsedenlerin de yeni bir “Soğuk Savaş” yaşandığını iddia edenlerin de “Üçüncü Dünya Savaşı”na ramak kaldığını savunanların da olduğunu görmekteyiz. Hangi öngörünün gerçekleşeceğini elbette zaman gösterecek. Ne var ki, rekabetin sertleştiğini, yeni güç odaklarının belirirken bir zamanların en önde gelen güçlerinin zayıflayarak görece üstünlüklerini yitirdiğini şimdiden söyleyebilecek durumdayız.
Bu yıl 75’inci yaşını kutlayan Birleşmiş Milletler’in İkinci Dünya Savaşı sona erdiğinde mevcut olan güç dengesini yansıttığını biliyoruz. Ancak; Savaş sonunda ağır bir mağlubiyet alan Almanya Avrupa kıtasında, atom bombalarıyla sarsılan Japonya ise Asya-Pasifik’te bugün başat güç olmayı başarmış durumda. 1945’te savaşın galibi olan devletlerin “düşman” addederek en ağır şekilde cezalandırmak istediği bu iki ülke, bugün ABD başta olmak üzere Batı ülkelerinin en yakın müttefikleri arasında. O tarihlerde yıkım yaşayan bu ülkelerin gelinen noktada dünyanın en büyük ekonomik güçleri arasına girmiş olması, geçmişteki düzenlemelerin bugün için anlamını kaybettiğini gösteren bir örnek. Kısacası, kuruluştaki amaç ve daimî üye tespitindeki yaklaşımın tutarsızlığı bir yana ne o zamanki tanımlar ve kavramların ne de o zaman var olan güç dağılımının geçerliliğini korumadığı açık. Dolayısıyla, Birleşmiş Milletler’in yapısı ve işleyişine ilişkin eleştirilerin ve reform taleplerinin her geçen gün artıyor olması hiç de şaşırtıcı olmasa gerek.
Uluslararası sistemde değişimin ve yeni bir güç dengesinin şekillenmesinin arkasındaki en büyük itici kuvvet, muhtemelen Çin’den geliyor. Pekin’in hızlı ekonomik büyümesini siyasî güç kazanmak için kullanması, son yıllarda dünya politikasında en çok tartışılan mesele hâlini almış durumda. ABD ile Çin arasında yaşanan rekabetin, dünyanın bundan sonra nasıl bir seyir izleyeceğinin temel belirleyicisi olacağına inananlar hiç de azımsanmayacak boyutta. İki ülke arasında yaşanan rekabetin “ticaret savaşlarına” yol açmakla kalmayıp, sıcak bir savaşı tetikleyeceğine inananlar da görmezden gelinebilecek gibi değil. Küresel siyasette, bu rekabetin bir şekilde etkisinin hissedildiği irili ufaklı sayısız gelişme olduğu inkâr edilemez.
Küresel seviyede bakıldığında bazı değişimlerin yaşandığı nasıl kolayca görünebiliyorsa, bazı unsurların da süreklilik arz ettiği hemen anlaşılabiliyor. Örneğin, iki yüz yıldır sömürülen Afrika hâlâ sömürgeci zihniyetlerin hedefinde. Ülkeler arasında gelir dağılımındaki adaletsizlik devam ediyor. Petrol gibi doğal kaynaklara sahip olma ve onların ticaretine hâkimiyet için savaşlar yapılıyor. Birleşmiş Milletler Şartı’nda açıkça yasaklanmış olsa da hâlâ bazı ülkeler silaha, kuvvet kullanımına başvurmaktan imtina etmiyor. Uluslararası hukukun güçlüden mi yoksa haklıdan mı yana olduğuna yönelik şüphelerin sonu gelmiyor. İç savaşlar, dışarıdan müdahalelerle vekâlet savaşlarına dönüşüyor, büyük güçlerin mücadelesinin faturasını bu güçlere direnemeyen başka ülkeler ödemek durumunda kalıyor. Çatışmalar, terör eylemleri devam ettikçe kan ve gözyaşının sonu hiç gelmeyecekmiş gibi duruyor. Kaos ve kargaşa, insanlığın huzura kavuşup kavuşamayacağına dair şüpheleri hep diri tutuyor.
Peki, uluslararası ilişkilerin dinamik yapısı günümüzdeki bölgesel ve küresel sorunlar karşısında kalıcı ve âdil bir barış ortamının sağlanmasına, uluslararası işbirliğinin ve dostluk ilişkilerinin temin edilmesine fırsat sunabilmekte midir? On yıllar öncesinde ortaya çıkmış ve hâlen sürmekte olan sorunların çözümü nasıl mümkün olacaktır? Uluslararası barış, istikrar ve refahın sürdürülebilir kılınmasında kimlere hangi roller düşmektedir? Kısacası, dünyada kaosu değil huzuru hâkim kılacak bir uluslararası sistem nasıl inşa edilebilir. Bu sorular, her ülkeden ve her milletten düşünürlerin, siyasetçilerin ve akademisyenlerin üzerinde kafa yorması gereken sorunlar olarak karşımızda durmaktadır.
Dünyanın birçok küresel ve bölgesel sorunla boğuştuğu, huzur ve barış arayışında olduğu bir dönemde, Türkiye’nin bu sorunların uzağında kalmasını, bu gelişmelerin Türkiye’yi teğet geçmesini beklemek elbette gerçekçi olmayacaktır. Nitekim 2023’e doğru giderken her geçen gün büyüyen ve iddiası artan Türkiye’nin, sadece çevresindeki gündemle değil dünyanın hemen her köşesinde yaşanan gelişmelerden bir şekilde etkilendiği görülüyor. Yeni Zelanda’daki ırkçı terör saldırısından Arakan’da Müslümanların maruz kaldığı zulme, Libya’da meşru iktidara isyan eden darbeciden Kırım’da yaşanan ilhak girişimine, Avrupa’nın enerji güvenliğinden Filistin’de İsrail’in yasadışı yerleşim planlarına, Suriye ve Irak’taki bölünmüşlükten küresel göçün yarattığı sosyoekonomik sorunlara, iklim değişikliğinden Afrika’daki açlık ve yoksulluğa kadar birbirinden çok farklı konular Türk dış politikasının gündemini belirleyen unsurlar olabiliyor. Çok farklı konularda ve coğrafyalarda, çok boyutlu ve karmaşık sorunlar karşısında kalan Türkiye’nin, dış politikasını dinamik bir şekilde değerlendirmesi, yeni gelişmeler karşısında hızlı çözümler üretmesi, bölgesinde ve dünyada kalıcı barış ve huzura katkı verebilmesi gerekiyor. Türkiye’nin 2023, 2053 ve 2071 hedeflerinin yakalanabilmesi, bölgesinde lider ülke ve küresel güç olma ülküsünün gerçekleşebilmesi de bölgesel ve küresel gelişmeler karşısında izleyici değil belirleyici olmasını gerekli kılıyor.
Böylesi bir durum karşısında, bölgesel ve küresel sorun alanlarını Türkiye’nin millî menfaatleri, hassasiyetleri ve öncelikleri doğrultusunda irdelemenin Türk münevverleri için kaçınılmaz bir sorumluluk olduğuna inanan TASAV, Türk dış politikasının mevcut ve muhtemel sorunlara nasıl cevap vermesi gerektiği üzerinde yeni düşüncelerin ortaya çıkarılmasını teşvik etmek amacıyla bu eseri ortaya çıkarmıştır. Prof. Dr. Yalçın Sarıkaya’nın derlediği birbirinden değerli makaleler, bölgesel ve küresel meseleleri millî bir bakış açısıyla tahlil etmektedir.
Alanlarında temayüz etmiş akademisyenlerin hazırladığı bu yazıların her biri belli bir bölge ya da konunun daha iyi anlaşılmasına katkı vermenin ötesinde, olası gelişmelerin öngörülmesine ve Türkiye için alınması gereken politika kararlarının önceden belirlenebilmesine imkân tanıyan niteliktedir. Bu yönüyle de bu kitabın önemli ve öncelikli bir ihtiyacı gidereceğine inanıyoruz. Türk dış politikasına akademik ya da özel anlamda ilgi gösterenlerin yanı sıra, politika karar alıcılarının da istifade edeceği bu kitap, umuyoruz ki literatürde önemli bir eksikliği giderecek, yeni çalışmaların ortaya çıkarılmasını ve Türk dış politikasına analitik ve bilimsel yaklaşımı teşvik edecektir.
Sayın Yalçın Sarıkaya başta olmak üzere “2023’e Doğru Küresel ve Bölgesel Gelişmeler Karşısında Türk Dış Politikası” adlı kitaba makaleleri ile katkıda bulunan, bu kitabın ortaya çıkarılmasında emeği ve desteği olan herkese teşekkür ederim.
İsmail Faruk AKSU
TASAV Başkanı
İçindekiler
İsmail Faruk AKSU // Sunuş |
Yalçın SARIKAYA // Giriş |
Serdar KESGİN // Akdeniz’in Jeopolitik Ağırlığı |
Erhan TÜRBEDAR // Türk Dış Politikasında Balkanlar |
Selçuk DUMAN // Türk Dış Politikasında Kıbrıs |
Ali SEMİN // Irak ve Suriye Huzura Kavuşacak Mı? |
Kürşat KORKMAZ // Son Dönem Türkiye-ABD İlişkilerinin Genel Niteliğine Bir Bakış |
Araz ASLANLI // Türkiye’nin Güney Kafkasya Politikası |
Mustafa Serdar PALABIYIK // “Ermeni Soykırımı” Tartışmaları Çerçevesinde Türk Dış Politikası ve Türkiye-Ermenistan İlişkileri |
Selim ÖZTÜRK // Türkiye-Körfez Ülkeleri İlişkileri |
Ragıp Kutay KARACA // Türkiye-Çin İlişkileri Üzerine Bir Değerlendirme |
Cemil Doğaç İPEK // Türkiye ve Türk Dünyası İlişkilerinin Dünden Bugüne Dönüşümü |
Arif BAĞBAŞLIOĞLU // Uluslararası Güvenlik, Terörizm, NATO ve Türkiye |
Mehmet ŞAHİN // Tarihî Perspektiften Bir Türkiye-Rusya İlişkileri Analizi |