Biden'ın Açıklamaları
ABD Başkanı Biden’ın 24 Nisan’da yaptığı açıklamada “soykırım” ifadesi kullanması Türkiye’de birçok kişi tarafından şaşkınlıkla karşılandı. Ancak konuyu takip edenler, Biden’ın böylesi bir çıkış yapacağını uzun zamandır söylemekteydi. Zira gerek Ermeni diasporasının yoğun baskısı, gerekse Türk-Amerikan ilişkilerindeki kırılma, böylesi bir adım için ciddi bir altyapı oluşturmaktaydı. Zaten 29 Ekim 2019’de Temsilciler Meclisinde, 12 Aralık 2019’da ise Senatoda sözde “soykırım” karar tasarıları ezici bir çoğunlukla onaylanmıştı. Karar tasarılarına Türk Dostluk Grubu üyesi 106 üyeden 102’sinin dahi “evet” demesi, ikili ilişkilerde yaşanan depremin en önemli göstergelerinden biriydi aslında.
Biden’ın konuşmasının satır aralarında, farklı göndermeler olduğu aşikâr. Örneğin, İstanbul için “Konstantinopolis” demiş olmasının, Ayasofya’nın ibadete açılmasına bir tepki veya “soykırım” iftirasını Türkiye ile değil, Osmanlı Devleti ile ilişkilendirme kastıyla yapılmış olması mümkün. “Bunu suçlamak için değil” söylemi ise Türkiye ile ilişkileri bütünüyle koparmama isteğinin bir yansıması olabilir. Diğer taraftan, “olanların tekrarlanmamasını sağlamak için yapıyoruz” ifadesi “sanki böylesi bir alışkanlık varmış” gibi yeni bir suç isnadında bulunma gayretinin ürünü de olabilir. Elbette amacımız niyet okuyuculuğu değil. Ancak kelimelerin bilinçli olarak seçildiğini düşündüğümüz bu metnin, ilerleyen dönemlerde Türk-Amerikan ilişkilerinin şekillenmesinde önemli bir unsur olacağı da bir gerçek.
Elbette Biden’ın sözde “soykırım” mesajını yayınlamasında, Ermeni lobisinin tüm yıla yayılan, sistemli ve kesintisiz çalışması etkili olmuştur. Ancak Ermenilerin bu konuda 100 yılı aşkın bir süredir propaganda yaptıkları düşünüldüğünde, “ABD Başkanı neden şimdi böyle bir açıklama yaptı?” sorusuna, farklı parametrelerin birleşimi ile cevap vermek mümkün. Türk-Amerikan ilişkileri uzun zamandır zaten gergin. S-400 meselesi, CAATSA yaptırımları, F-35 projesi konusunda yaşanan çatışma, FETÖ, Suriye, Doğu Akdeniz, Libya konularındaki çatışmalar, Türkiye-İsrail arasında yaşanan sorunlar ve Yahudi lobisinin Türkiye ile ilgili tavrı…. Listeyi çok zorlanmadan uzatabiliriz. Türk-Amerikan ilişkileri tarihinin en gergin olduğu ve iki ülke arasında iş birliğini arttıracak unsurlardan çok, çatışmaya konu olacak sorunların varlığı Biden’ın sözde soykırım mesajını yayınlamasını kolaylaştıran etmenler arasındadır.
24 Nisan'da ne olmuştu?
Genel kanının aksine, Ermenilerin sözde “soykırım” günü olarak kabul ettikleri 24 Nisan, Sevk ve İskân Kanunu’nun kabul edildiği gün değildir. Sevk ve İskân Kanunu, 27 Mayıs 1915’te çıkarılmış, 1 Haziran’da da Takvim-i Vekâyi’de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. 24 Nisan’da ise teröre bulaşmış Taşnak ve Hınçak gibi Ermeni komiteleri kapatılmış, idarecilerinden 2345 kişi “devlete karşı suç işlemek” gerekçesiyle tutuklanmıştır. Tutuklamalarda dikkat edilen unsur, bu kişilerin etnik aidiyetleri değil, suça karışmış olmalarıdır. Nitekim 1915’te 100 bine yakın Ermeni’nin yaşadığı İstanbul’da sadece 2345 kişinin tutuklanmış olması, Ermeni kökenlilere değil suçlulara karşı bir adım atıldığını göstermeye yeterlidir.
“Tehcir Kanunu” diye de isimlendiren kanunun asıl adı “Savaş zamanında hükümet uygulamalarına karşı gelenler için asker tarafından uygulanacak önlemler hakkında geçici kanun”dur. Bu Kanun; düşmana yardım, yataklık ve casusluk gibi bugün de hiçbir devletin kabul edemeyeceği ağır suçların önlenmesi adına atılan zorunlu ve geçici bir adımdır. Kanun’un, savaş gibi olağanüstü durum söz konusuyken, Osmanlı’nın ölüm kalım mücadelesi verdiği ve Ermenilerin bu süreçte düşmanla açıktan iş birliği yaptığı bir süreçte alındığı gerçeği de gözden kaçırılmamalıdır.
Sevk ve İskân Kanunu nasıl uygulandı?
Sevk ve İskân Kanunu, düşmanla iş birliği yapan veya yapma ihtimali olanların “özellikle Kafkas Cephesi’ne ve Sina Cephesi’ne yakın Osmanlı topraklarından, cephenin uzağındaki ve o tarihlerde yine Osmanlı toprağı olan Suriye ve Lübnan mıntıkasına” geçici olarak yerleştirilmesini öngörür. Bu nedenle, sevk edilenlerin önemli bir kısmı bu cephelerin yakınında yer alan Erzurum, Bitlis, Mersin gibi bölgelerde yaşayanlar olmuştur. Bu bakımdan, uygulamanın “sınır dışı etme” (deportation) veya “sürgün” (exile) gibi anlamları yoktur. Amaç, cephenin güvenliğini sağlamak ve yeni toprakların kaybedilmesini önlemektir. Kanun, 4 maddeden ibarettir: 1 ve 2. maddelerde özetle, güvenlik güçlerine mukavemet gösterilenlere müdahale edilmesi gerektiği ve devlete karşı suç işleyenlerin ve casusluk yapanların geçici olarak başka bölgelere sevk edileceği belirtilmektedir. Üstelik Kanun’un hiçbir maddesinde hiçbir etnik grubun adı telaffuz edilmemiştir.
Göçe tabi tutulmadaki en önemli saik, “düşmana yardım ve casusluk” yani vatana ihanettir. Bu nedenle, özellikle Ruslarla iş birliği yapan Gregoryan Ermeniler göç ettirilmiş; Katolik ve Protestan Ermeniler ile Osmanlı ordusunda görev alan subay ve sıhhiye mensupları, Osmanlı Bankası’nda, bazı konsolosluklarda çalışanlar suça karışmadıkları sürece kapsam dışında tutulmuşlardır. Bununla birlikte, Kanun sonrasında, Ermenilerin sözde soykırımın bir numaralı sanığı olarak gördüğü Talat Paşa’nın çıkarılan yönetmeliklerle, göçün insani şartlarda yapılması için ciddi mesai harcandığı görülmektedir. Dahası; yaşlı, dul, özürlü, hasta, yetim çocuklar da göçe zorlanmamışlar ve hatta ihtiyaçları Göçmen Ödeneği’nden karşılanmıştır.
Kanun, devletin güvenliği kadar, göçe tabi tutulanların güvenliğini de esas almıştır. Örneğin, göç edenlere devrin en önemli salgın hastalıklarından biri olan sıtmanın tedavisinde kullanılan kinin dağıtılmış ve kolera, tifüs, dizanteri gibi hastalıklara karşı aşılama yapılmıştır. Eğer Osmanlı Devleti, “öldürme veya yok etme saikiyle” hareket etseydi, göç edenlere aşılama yapmaz ve salgını bir bahane olarak kullanırdı. Benzer şekilde, Çanakkale’de varlık mücadelesi veren askerlerimizin günlerce hoşaf içtiği bir dönemde göç edenlere sıcak etli yemek verilmesi, araç tahsis edilmesi, hasta olanların devlet hastanelerinde muayene edilmesi gibi unsurlar da asıl amacın imha etme olmadığını açıkça ortaya koymaktadır. Eğer devletin Ermenileri topluca yok etme gibi bir amacı olsaydı, bunu yaşadıkları yerlerde yapması mümkün değil miydi ya da ağır savaş şartlarında bu kadar ağır bir maddi yükün altına girer miydi? Rusların Kafkasya’daki binlerce Müslüman’ı Anadolu’ya sürdüğü gibi, daha yakın olan cephe hattının hemen gerisine, Rusların işgal ettikleri bölgelere göç ettirilemezler miydi? Bu elbette mümkündü, ancak bunu bizzat Talat Paşa reddetmiş ve Ermenilerin iki ordu arasında kalmasına müsaade etmemiştir.
Yaşananlar soykırım olarak değerlendirilebilir mi?
1915 olayları iki nedenden dolayı hukuken soykırım olarak değerlendirilemez. Bilindiği gibi soykırım kavramı 1944’te Raphael Lemkin tarafından türetilmiştir. Soykırım, 1948 tarihli “BM Soykırımın Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi” ne göre en büyük insanlık suçu olarak kabul edilmiştir ve adı geçen Sözleşmeye göre İkinci Dünya Savaşı öncesi meydana gelen olaylar için soykırım isnadında bulunmak mümkün değildir. İftiracıların soykırım olarak değerlendirdiği 1915 Olayları sırasında uluslararası hukukta soykırım suçu yoktur ve hukukun en temel ilkelerinden biri olan “kanunsuz suç olamayacağı” ilkesi gereği sözde iddiaları bu yönüyle de asılsızdır. Yine 1948 tarihli İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nde “işlendiği tarihte suç sayılmayan herhangi bir fiilden dolayı suçlanamaz” ifadesi yer alır ki, sözde soykırımı kabul eden ülkeler, altına imza attıkları bu belgeyi de açıkça ihlal etmektedirler.
Bununla birlikte herhangi bir olayın soykırım olarak değerlendirilebilmesi için belirli bir plan dâhilinde yapılması, “özel kast” olması ve “özel kastın kuşkuya yer bırakmayacak şekilde ispat edilmiş olması” gerekmektedir. Ne Sevk ve İskân Kanunu’nda ne de ilgili emir ve yönetmeliklerde, etnik aidiyetten dolayı yok etme gibi bir ima yoktur ve savaş sırasında suça karışanların daha güvenli bölgelere sevk edilmesi söz konusudur. Kaldı ki, savaş şartlarında düşmana yardım edeceği düşünenlerin, temas hattının uzağına göç ettirilmesi tarih boyunca farklı milletlerce de uygulanmıştır. Örneğin II. Dünya Savaşı’nda Amerikalılar, Japonlara yardım edecekleri iddiası ile neredeyse tüm “çekik gözlüleri” ülkenin iç kesimlerine göç ettirmişlerdir.
Sevk uygulamasının, devleti zor duruma düşürmek için Doğu’da Ruslara yardım eden, katliamlar yapan, Sarıkamış faciasının yaşanmasında düşmanla yaptıkları iş birliği ile birinci derecede sorumlu olan, II. Van İsyanı’nda şehrin Müslüman nüfusunun neredeyse yarısını katleden ve şehri Ruslara teslim eden Ermenilerin Ruslar ile temasını kesmeyi amaçladığı ortadadır. İstanbul Hükûmeti önlem alınmazsa Rus işgalinin Anadolu’nun içlerine kadar ilerleyeceği endişesi ile hareket etmiş ve doğru bir teşhisle yerinde bir karar vermiştir.
Sonuç olarak, tarihî gerçekler ve hukuki kurallar dikkate alındığında vurgulamak gerekir ki Biden’ın açıklaması da benzerleri gibi hukuken yok hükmündedir. Siyasilerin, tarihte yaşanmış olaylar hakkında hüküm vermeye ne hakları ne de yetkileri vardır. Kaldı ki, 1948 Soykırım Sözleşmesi’nin 6. Maddesi’nde “herhangi bir suçun soykırım olarak değerlendirilmesi için, fiilin işlendiği ülkedeki yetkili bir mahkemenin veya yetkili bir uluslararası ceza mahkemesi tarafından yargı kararı gerekir” hükmü vardır. Bu bakımdan nasıl ki parlamento kararlarının uluslararası hukuk açısından bir bağlayıcılığı yoksa, Biden’ın mesajının da yoktur. Üstelik tarihî gerçekler de Biden’ın açıklamalarının hukuken olduğu kadar tarihen de dayanaksız olduğunu göstermeye yeterlidir.
Bu makale ilk kez 30.04.2021 tarihli Türkgün Gazetesi'nde yayınlanmıştır.