Türkiye ekonomisi açısından son on yılın belirleyici unsurları; 2001 Krizi sonrası uygulanan anti-enflasyonist istikrar programları, finansal piyasa regülasyonları, bütçe açıklarına karşı katı malî disiplin ve tüm bu süreci etkileyen siyasî yapı olarak ifade edilmektedir. İstikrar programlarının en önemli başarı ölçütü olarak tanımlanan “programa bağlılık”, Türkiye ekonomisinin yapısal olarak kabul edilen bir dizi sorununun çözümü noktasında olumlu olarak nitelendirilirken, siyasî otoritenin “çoğunluk” kavramına aşırı vurgusu ve rasyonaliteden uzak bir dizi politikası, gelecek açısından yapısal risk unsurları yaratmıştır.
Temel amaç olarak benimsenen enflasyonun önlenmesi ve fiyat istikrarının sağlanmasında; özellikle uluslararası piyasalardan kaynaklanan belirsizlikler, hammadde ve enerji fiyatlarındaki istikrarsızlıklar, ülkeler arası siyasî gerginlikler ve kur oynaklıkları olumsuz yönde etkili olmuş, bu faktörler ekonomi yönetiminden ve ekonominin kendi dinamiklerinden kaynaklanan olumsuzluklarla birleşince her bir dönem için hedeflenen enflasyon oranlarının gerçekleştirilmesi mümkün olamamıştır.
Hükümetin çoğunluk gücünden hareketle bürokratik kurumlar üzerindeki baskısı, özellikle finansal regülasyonlara yönelik bağımsız idarî otoritelerin -mevcut hâliyle bile tartışılabilir olan- “bağımsızlık” niteliğini ortadan kaldırmaktadır. Gerek Merkez Bankası-hükümet ilişkileri gerekse de hükümetin Rekabet Kurumu, Sermaye Piyasası Kurulu (SPK) ve Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK) gibi düzenleyici birimlere yönelik tutumu ekonominin gereklerine ilişkin bağımsız karar alınabilmesine engel olmaktadır. Düzenleyici ve denetleyici kurumların siyasî saiklerle piyasa aktörlerini cezalandırma veya ödüllendirme aracı olarak kullanılması, gelecek açısından istikrarlı piyasa işleyişinin önündeki en önemli riskleri oluşturmaktadır.
Son dönem Türkiye ekonomisinde dikkat çeken bütçe disiplini ve bütçe açıklarının kontrol altında tutulmasına yönelik yaklaşımlar, hem iç hem de dış gelişmeler karşısında zorlanmaktadır. Kamu harcamalarının 2007-2008 küresel finansal krizi sonrasında ekonomiyi desteklemenin önemli bir aracı olarak Keynesyen yaklaşımlarla birlikte kabul görmesi, bütçe disiplininin zorunlu olarak kaybedilmesi riskini de beraberinde getirmektedir. Bu zorunlu politika değişikliği Türkiye açısından seçim ekonomisi ve Suriye-Irak gibi dış politikaya ilişkin gelişmelerin de etkisiyle giderek ağırlaşacak ve gerçekçi yaklaşımlar esas alınmaz ise ekonomik göstergeleri tamamen bozacaktır.
Makroekonomik dengenin Türkiye açısından en önemli yapısal sorunu olarak kabul edilen cari açık ise tüm bu gelişmeler çerçevesinde en hassas gösterge olarak okunmalıdır. Uluslararası ekonomide küresel krizin etkisiyle süregelen “parasal genişlemenin” devam edemeyeceği, özellikle Eylül 2013 döneminde Amerika Birleşik Devletleri ekonomisinde yaşananlarla birlikte net olarak anlaşılmaktadır. Parasal genişlemenin sona erebileceği düşüncesi bile, küresel ekonominin dengelerini özellikle gelişmekte olan piyasalar için zorlaştırmakta ve sermaye akımlarının yönünü değiştirmektedir. Bu noktada, Türkiye ekonomisi rahatlıkla en riskli ekonomilerden birisi olarak gösterilebilmektedir. Zira ekonomik büyümesini iç tüketim ve dış sermaye ile ithalata bağlı olarak sürdürebilen bir ekonominin en zayıf noktası elbette dış ödemeler dengesi, yani cari açık olacaktır.
Bu çerçevede; Türkiye ekonomisinin gelecek dönem açısından analizi, ekonomik büyümenin dinamikleri ve büyüme hızına ilişkin oranların dalgalı seyri, enflasyon hedeflemesi ve sapmalar, kamu harcamalarının seyri ve bütçe dengeleri, son olarak ise cari açık sorunu üzerine yapılmalıdır. Böylece Türkiye ekonomisine yönelik gelecek döneme ilişkin riskler “öngörülebilir” olacaktır.