ABD Başkanı Joe Biden’ın 24 Nisan’daki açıklamasında 1915 olaylarını “Ermeni Soykırımı” olarak tanımlaması çeşitli tartışmalara yol açtı. Tarihî gerçekleri çarpıtan, uluslararası hukuku katleden yalan ve iftiraya dayalı bu açıklamanın iki ülke arasındaki stratejik ortaklığa büyük bir yara açacağı da açıktır. Bu konuyla alakalı tartışmalar aslında uzun bir süredir gündemdedir. Birinci Dünya Savaşı sırasında Türk İmparatorluğu içerisinde gerçekleşen Ermeni olayları hakkında dünyanın dört bir yanında çeşitli yayınlar yapılmıştır. Yapılan açıklamalar ve araştırmalara genel olarak bakıldığında görülmektedir ki konuyla ilgili olan kişiler kendi bakış açılarına göre çeşitli miktarlarda ölümle sonuçlanan olayları “soykırım” olarak nitelemek eğilimindedirler. Oysa “suçların suçu” olarak da nitelendirilen soykırım, ancak hukuk ekseninde değerlendirilebilir.
Bilindiği üzere 1915 yılı içerisinde Ermeniler içinde mukim çetelerin doğrudan Türklere karşı savaşmaları, Anadolu’nun batısı ile doğusu arasındaki geçiş yollarını ve telgraf iletişimini felç etmeleri ve savunmasız Türklere yönelik katliamlarda bulunmaları nedeniyle Osmanlı Devleti Anadolu’daki Ermenileri güneye sevk ve iskân etme kararı almıştır. Bu karar ve uygulanması, sonraki yıllarda Ermeniler ve Ermenileri yönlendirenler tarafından “Ermeni Soykırımı” olarak adlandırılmıştır.
Tarih, Ermenilerin bağımsızlık için silahlı siyasî faaliyette bulunan bir siyasî grup olduğunu açıkça göstermektedir. Düşmanla birleşip hedeflerini gerçekleştirmek için silaha ve savaş hukukunun ihlali olan terörist eylemlere başvuran bir siyasî gruba karşı mücadelede askerî nedenlerle sevk ve iskân tercihine başvurulması, hukuken soykırım tanımına girmediği gibi bu süreç içerisinde işlenen suçlar da ayrıca işlendikleri kanıtlanmış olsa dahi soykırım değildir. Zira, 1948 BM Soykırım Sözleşmesinde korunan gruplar arasında “siyasi gruplar” yoktur.
Bir grubu, grup olarak bütünüyle yok etme iradesinin ancak o grup mensuplarına karşı duyulan ırkçı nefretin yoğunlaşması sonucunda ortaya çıktığı bilinmektedir. İddia edildiği gibi bir “Ermeni Soykırımı” nın gerçekte var olması için uygun ortamın olması gerekirdi. Almanya’da Hitler’in ortaya çıkabilmesi için uygun bir Alman felsefesi vardı, bir Alman edebiyatı ve Alman kültürü vardı. Türk kültürü, felsefesi ya da tarihinde ise böyle bir şeye rastlamak mümkün değildir. Aksine Ermeniler “Millet-i Sadıka” olarak vasıflandırılmıştır. Ayrıca ilgili dönemde Osmanlı’nın Ermeni kökenli vatandaşlarının kamu idaresinde üst düzey görevler icra ettikleri de bilinmektedir. Örneğin Sevk ve İskân Kanunu uygulanırken o sırada Meclis-i Mebûsan’da Ermeni milletvekilleri de görev yapmaktadır. Bu şartlar altında Ermenilerin ırkçı nefretle yok edildiklerini söylemek hiçbir surette doğru olmayacaktır.
Ermeni tarihçiler, Osmanlı yöneticilerinin “Ermenileri bir grup olarak toptan yok etme amacı taşıdığını” iddia etmiş ve uzun süre bu iddiayı kanıtlamaya çalışmışlardır. Böyle bir kanıtın var olmadığını görünce de (1,5 milyon Ermeni’nin sevk ve iskân sırasında öldüğünü iddia etmeleri gibi) gerçek dışı iddialar ortaya koymaktan çekinmemişlerdir. Ermenilerin otonomi veya bağımsızlık için siyasî ve silahlı mücadele yürütmesi, grup mensuplarının gruba ait olduğu için öldürüldüğü tezini boşa çıkarıp Sevk ve İskân Kanunu’nun soykırım suçunu oluşturmadığını kanıtlamaya yeterlidir.
Sevk ve İskân Kanunu’nun uygulanması ile ilgili olarak başkent ile taşra teşkilâtı arasında yapılan yazışmalarda da Ermenileri yok etme kastına yönelik hiçbir atfa rastlanmamıştır. Ayrıca güvenli bir biçimde sevk edilmelerini sağlamak amacı ile karşılıklı taleplerde bulunulduğu görülmektedir. Şurası da bir gerçektir ki alınan tüm tedbirlere rağmen sivil Ermeniler arasında sevk ve iskân sırasında ölüm hadiseleri yaşanmıştır. Bu ölümlerin devletin asli görevini bilerek ihmal etmesinden kaynaklanmadığı açıktır. İngiliz arşivlerinde bulunan orijinal bir Osmanlı belgesinde (Dosya No: 371, Belge 9518 E. 5523) “Bu talimatın amacı münhasıran (terörle uğraşan) komitelerin kapatılmasıyla ilgili olduğundan, Türklerle Ermenilerin birbirlerini öldürmelerine yol açılacak hiçbir uygulama yapılmaması gerekmektedir” ifadesi bulunmaktadır. Bahsi geçen belgenin üzerine İngiliz Dışişleri yetkilisi Osborn, “her ne pahasına olursa olsun katliamı önlemeyi amaçlıyor” ifadesini not düşmüştür. Tüm bunlar, Sevk ve İskân Kanunu’nun Ermenileri yok etme amacı taşımadığını, dolayısıyla da “soykırım”dasn bahsedilemeyeceğini şüpheye yer bırakmayacak şekilde göstermektedir.
Peki 1915 Sevk ve İskân Kanunu insanlığa karşı işlenen suçlar kategorisine dahil edilebilir mi? İnsanlığa karşı suçun oluşmasının temel şartı belli fiillerin bir sivil nüfusa karşı “yaygın ve sistematik bir saldırının parçası” olarak işlenmesidir. Oysa Sevk ve İskân Kanunu’nun bizzat kendisi bir yana bırakılırsa Ermenilere karşı Türk güvenlik güçleri böyle bir saldırıya girişmemiştir. Bir başka ifade ile Ermeniler saldırıyı oluşturan fiillere birlikte ve yoğun bir biçimde tabi tutulmamışlardır. Ermenilerin çeşitli nedenlerle grup olarak kimliklerini hedef alan bir mezalim yoktur. Birinci Dünya Savaşı başlayıncaya ve Doğu Cephesinde tehlikeli durum ortaya çıkıncaya kadar temel haklardan herkes kadar yararlanmaya devam ettikleri gibi Sevk ve İskân Kanunu uygulamaya konuluncaya kadar da bu haklardan mahrumiyetleri söz konusu olmamıştır. Sevk ve iskân sırasında da temel haklara elden geldiğince riayet edilmiştir. Yaygın ve sistematik saldırıların mevcut olmadığı bir ortamda grup mensuplarının ölümleri böyle bir saldırının ne unsuru ne de parçası niteliğini taşımaktadır. Bu bağlamda çetelerin sevk ve iskân halindeki Ermenilere saldırıları tamamen bir asayiş olayı niteliğindedir.
Ermeniler Türk Devleti’nin Sevk ve İskân Kanunu’nu kullanarak “hayat şartlarının yok olmalarını sağlayacak şekilde dayattığını” iddia etmektedir. Ne var ki, sevk ve iskân uygulaması, Ermenilere yaygın ve sistematik bir saldırının parçası olarak yapılmamıştır. Sevk ve İskân Kanunu’nun kendisi de böyle bir saldırı oluşturmamıştır. Bu gerçek, Sevk ve İskân Kanunu’nun insanlığa karşı suç olmadığını açıkça göstermektedir. Sevk ve iskân, Enver Paşa’nın doğu cephesindeki gelişmeler karşısında yaptığı talep üzerine ve Ermeni nüfus içerisindeki silahlı çetelerin Türk Ordusu üzerinde oluşturduğu tehditlerin ortadan kaldırılması amacıyla başlatılmıştır. Bu, bir nüfusun başka bir yere taşınması için devletler hukukuna uygun bir gerekçe oluşturmaktadır. Öte yandan dönemin hükümetinin Ermenilere ilaç ve gıda sınırlaması getirmediği, aynı bölgede göç halinde bulunan Türk-Müslüman nüfusta da gıdasızlık ve ilaçsızlık nedeniyle çok daha fazla ölümlerin vuku bulduğu, Ermeni Delegasyonu Başkanı Bogos Nubar Paşa’nın Paris Barış Konferansı’ndaki beyanlarından da anlaşılmaktadır.
Sevk ve İskân Kanunu, Balkan Savaşları’nın sonuçları ışığında, Ermenilerin işgalci Rus orduları ile birleşerek Türk ve Müslümanların büyük çoğunlukta olduğu doğu bölgesinde soykırım boyutlarında bir etnik temizlik yaparak kendi devletlerini kurma amaçlarını önlemek için hayata geçirilmiştir. Bu özellikle günün şartlarında devletler hukuku bakımından güvenlik gerekçesinden de önemli bir gerekçe oluşturmaktadır. Dolayısıyla, bu şartlar altında alınan Sevk ve İskân kararı meşrudur ve uygulanması sırasında gerçekleşen ölümler de ceza hukuku açısından adi suçlar kapsamına girmektedir. Nitekim 1914-18 arasında bu tür suçları işleyen 1397 kişinin Osmanlı Mahkemelerinde çok ağır cezalara çarptırıldığı da bilinmektedir. Bu haliyle Sevk ve İskân Kanunu’nun insanlığa karşı suç oluşturması söz konusu değildir.
Konunun günümüzde algılanış tarzına bakıldığında olayın tarihî ve hukukî bir olay olmaktan ziyade siyasî bir hadiseye dönüştürüldüğü görülmektedir. Uluslararası ilişkiler düzleminde Türkiye’yi zayıf düşürmek isteyen devletler bu meseleyi Türkiye’ye karşı bir kart olarak ellerinde tutmak istemektedir.
15 Temmuz Hain Darbe Girişimi’nin püskürtülmesi ve akabinde kurulan Cumhur İttifakı ile Türkiye’nin siyasi istikrarını sağlayarak tekrar güçlenmeye başlaması ve Türkiye’nin Osmanlı bakiyesi topraklardaki etkinliğini arttırması, Türkiye’nin sadece düşmanlarını değil bazı dost ve müttefiklerini de endişeye sevk etmiştir. 24 Nisan açıklaması da göstermiştir ki bu endişeli dostların başında Türkiye’nin “stratejik ortağı” ABD gelmektedir. Bilhassa son yirmi yıl içerisinde ABD, bölgedeki aksiyonları ile Türkiye’nin menfaatlerine çok ciddi zararlar vermiştir. Stratejik Ortaklık düzeyi bu kadar gerilimi, çelişkiyi, beceriksizliği kaldıramaz. İki “stratejik ortak” arasındaki bu son kriz de belki bir şekilde aşılacaktır ancak karşılıklı olarak ciddi, dürüst, kapsamlı bir biçimde nere(ler)de hangi yanlış(lar) ın yapıldığına dair bir özeleştiri ihtiyacı da bulunmaktadır. Bilhassa ABD’nin bir taraftan FETÖ ve PKK’ya destek verip diğer taraftan da Türkiye’nin dostu ve müttefiki olarak kalamayacağını görmesi gerekmektedir. ABD’nin düşmanca aksiyonları ve Türkiye’ye yönelik cezalandırma tehditleri kısa vadede Türkiye’yi bazı alanlarda zorlasa da uzun vadede ABD’nin aleyhine sonuçlar doğuracaktır. Eski bir Türk atasözünde de söylendiği gibi; “Kurt kışı geçirir ama yediği ayazı asla unutmaz.”
Not: Bu makale ilk kez 01.05.2021 tarihli Türkgün Gazetesi'nde yayınlanmıştır.