Afganistan’ın savaş ortamında doğan El Kaide bağlantılı cihatçı örgütlerden biri olan Irak Şam İslâm Devleti (IŞİD) örgütü, ABD’nin Irak operasyonuyla kaybettiği gücünü Suriye iç savaşının oluşturduğu şartlarla yeniden kazanarak bölgede önemli bir aktör hâline gelmiştir. Afganistan örneğine benzer şekilde, Suriye iç savaşının yarattığı otorite boşluğu diğer benzer örgütlerde olduğu gibi, IŞİD’e de büyümek için uygun ortamı sağlamıştır.
Suriye savaşına 2013’te müdahil olan örgütün, El Nusra Cephesi’nin kendilerine katıldığı iddiası, onun El Kaide’den kopuşunun da başlangıcını oluşturmuştur. Bu kopuşun örgütü pratikte ne kadar etkilediğini anlamak için, hem El Kaide’nin hem de IŞİD’in yapısı incelenmelidir. Musul’un örgütün eline geçmesi ve Başkonsolosluk baskınıyla Türkiye’de gündeme oturan örgütün bundan sonraki faaliyetlerine ışık tutmak amacıyla, bu yazıda IŞİD’in yapısı, El Kaide ile olan ilişkisi, Suriye’deki rolü ve Irak’taki güncel durum incelenerek Türkiye için gelecek süreç üzerine analiz yapılacaktır.
IŞİD’İN ARKA PLANI VE YAPISI
Afganistan’a Sovyet ordularına karşı savaşmak üzere giden Ebu Musab El Zerkavi, her ne kadar o savaşta yer alamasa da, buradaki kamplarda kendi birliklerini oluşturmuştur. Zerkavi, IŞİD’in öncülü olan ‘Tevhid ve Cihat Cemaati’ni buradaki birlikleriyle kurmuştur. Örgütün amacı, Ürdün Monarşisini yıkmak olsa da, ABD’nin Irak işgali onu Irak’a sürüklemiştir. Zerkavi, Irak’taki yerel cihatçılarla ilişkilerini kuvvetlendirerek ABD karşıtı direnişi hedeflemiştir. Bu dönemde örgütün amaçları, ABD güdümlü hükümetin devrilmesi, Şia’nın gücünün kırılması ve İslâm emirliğinin kurulması olmuştur.
11 Eylül 2001 saldırıları, şüphesiz cihatçılar üzerinde El Kaide adına bir “marka” değeri oluşturmuştu ve Zerkavi bundan faydalanarak yerel cihatçıları daha fazla çekmek istiyordu. 2004 yılında, örgüt El Kaide ile yakınlaştı. El Kaide’nin bölgedeki cihatçılar üzerindeki etkisi, Zerkavi için bu yakınlaşmayı cazip hâle getirdi. El Kaide içinse Zerkavi’nin operasyonel gücü önemli bir faktördü. Nitekim Irak’ta ABD işgaline karşı direnecek, Zerkavi’den bağımsız, direkt olarak Bin Ladin’e bağlı El Kaide birliklerinden bahsetmek mümkün değildi. El Kaide’nin o dönemki ve hatta bugün devam eden yapısına değinmek, Zerkavi ve IŞİD’in pozisyonunu anlamak için önemlidir.
11 Eylül saldırılarının ertesinde ABD ve müttefikleri tarafından gerçekleştirilen Afganistan operasyonu, diğer cihatçı unsurlarla birlikte Usame bin Ladin’e ağır darbeler indirdi. Ayrıca, bu savaş El Kaide’yi bugün hâlâ sürdürdüğü bir kimlik değişimine de zorladı. Bu operasyonlar, El Kaide’nin askerî unsurlarını yok ettiği gibi, Afganistan’da daha önce bulduğu otorite boşluğunu da büyük ölçüde silerek, örgütün genişlemesinin önünü kapadı. Askerî gücünü ve lojistik imkânlarını kaybeden örgüt, kendisi tarafından kabul edilmese de, mecburen bir “askerî merkez”den, “propaganda merkezi”ne dönüştü. Bu dönemde sertlik yanlılarından Ebu al Valid Mısri’nin Ladin’e yönelik ‘propaganda ve halkla ilişkiler hapishanesine tıkılmak’ eleştirisi bu dönüşümü açıklamaktadır. Bu kimlik değişiminin bilinçli mi yoksa zorunlu mu olduğu tartışması bir yana dursun, bunun örgüt içerisinde bir “güvercinler” ve “şahinler” ayrışmasına sebep olduğu ortadadır.
El Kaide; Bin Ladin’in ölümünden sonra, Zevahiri’nin liderliğinde de, benzer yöntemleri uygulamış ve propaganda merkezî olarak hareket etmiştir. Bu süreçte yine silahtan çok medyaya ağırlık verilmiştir. İşte bu yeni kimlik, IŞİD gibi sertliği devam ettiren örgütlerin El Kaide tarafından dahi sertlikle eleştirilmesine yol açmıştır. IŞİD’in diğer tüm cihatçı unsurlardan soyutlanmasını beraberinde getiren bu söylem, aslında bir algı yönetiminden ibarettir. IŞİD’in diğer Kaide unsurlarından daha sert olması, tamamen elde ettiği güç ile doğru orantılıdır. Nitekim, Suriye’de Şiî katliamlarında, Nusra Cephesi’nin de diğer İslâm Cephesi unsurları gibi, IŞİD’le birlikte hareket ettiği görülmektedir. Dolayısıyla, IŞİD-El Kaide kopuşunu onun sertliğinden ziyade, Irak’taki yeni şartlar ve özellikle Suriye iç savaşıyla birlikte görece güçlenmesi açıklamaktadır.
Irak’ta El Kaide’ye katıldığı süreçte adını ‘Irak El Kaidesi’ olarak değiştiren örgütü, 2006’da Zerkavi’nin ölümü üzerine, Irak’lı bir Arap olan Ebubekir el Bağdadi devraldı. Irak Sünnîlerinin milliyetçi refleksleri ortadayken, örgütün en büyük handikapının lejyonerlerden teşekkül etmesi olduğu da açıktır. İşte bu sorunu aşmak amacıyla, kendisi de Irak’lı bir Arap olan Bağdadi, örgütün ismini küresel bir çağrışım yapan El Kaide’den, ‘Irak İslâm Devleti’ne dönüştürdü. Zerkavi’den bu yana örgütün kendini Irak’lı Sünnîlere kabul ettirme çabası içinde olduğu görülürken, bu sorunun hâlâ canlı olduğunu, yani örgütün hâlâ büyük ölçüde dışarıdan gelen cihatçılardan kurulu olduğunu belirtmek gerekir. Öte yandan Zerkavi döneminde de olduğu gibi, Bağdadi liderliği altında da örgütün El Kaide merkezinden özerk olduğu açıktır. El Kaide merkezi, bu süreçlerde örgüte bir operasyon telkin etmek gücünden uzaktır. Daha ziyade, sadece örgüte cihatçılar arası bir popülarite kazandırmak için fonksiyonel olmuştur. Irak’taki faaliyetleri bu özerklik içerisinde sürerken, Suriye iç savaşıyla birlikte örgütün Suriye’ye girmesi, bu özerkliği bir kopuşa getirmiştir.
IŞİD, Suriye iç savaşında 2013 yılı itibariyle varlık göstermiştir. Örgütün bugünkü ismini alması da bu savaşla beraber olmuştur. Örgüt, hem “Irak ve Şam’da İslâm Devleti” hem de “Irak ve Levant[1]’ta İslâm Devleti” olarak anılmıştır. Ancak örgüt şu anda, daha önce kullandıkları isimlerden olan ‘iki nehir arasında’ varlık göstermektedir. IŞİD’e benzer şekilde savaşın muhalif cephesinde pek çok İslâmcı örgüt varsa da, IŞİD’i diğerlerinden ayıran, ilerleyen dönemdeki faaliyetleri olmuştur.
Esad rejimine karşı savaşan muhalefeti dört ana kolda toplamak mümkündür: Özgür Suriye Ordusu, İslâmî Cephe, El Kaide ve PYD. Bu kategoriler içerisinde IŞİD, El Nusra (Nusret Cephesi) ile birlikte, El Kaide alt başlığında değerlendirilmekteydi ancak savaş incelendiğinde onların ayrı cephelerde, ayrı taktiklerle, ayrı çıkarlar peşinde olduğu görüldü. IŞİD’i el Nusra’dan ayıran birinci özellik, onun direkt olarak İslâmî emirlik kurma hedefidir. Ele geçirdiği hemen her bölgede, kendi yorumuyla İslâm hukukunu uygulamaya koyması onu diğer İslâm Cephesi unsurlarından ve Nusret Cephesi’nden ayırdı. Onun devlet kurma güdüsü, El Kaide merkezince çok hoş görülmemiş ve bu tavrın, cihat henüz küçükken yok edilme tehlikesi doğuracağı düşünülmüştür. Aslında El Kaide merkezinin bu tavrı da onun gücü ile ilişkilendirilebilir. Olası bir devlet kurulduğunda onun propaganda gücü anlamsızlaşacak ve gücü kırılacaktır, nitekim bugün Musul’da yaşananlar tam olarak budur. IŞİD’in Nusret Cephesi’nden bir diğer farkı, Nusret Cephesi Suriye’nin her bölgesinden intihar eylemleriyle sesini duyurmaya çabalarken, IŞİD’in kuzey doğu bölgesine yoğunlaşmış ve açık savaş taktiği uygulamış olmasıdır. Yani IŞİD’in amacı Suriye’de ses getirmekten ibaret değil, saldırdığı yeri ele geçirmektir. Bu İslâm Emirliği düşüncesinin tezahürüdür. Suriye’de Rakka ve Deyr ez Zor’da hâlen sürdürdüğü üstünlük bunu göstermektedir.
IŞİD’in Suriye’deki faaliyetleri, onu diğer cihatçı örgütlerden kopma noktasına getirmiştir. Her ne kadar Esad muhalifi olduğunu belirtse de, onun savaş boyunca Esad ordusuyla çatışmaması bu noktada onu sorgulanır hâle getirmiştir. Muhaliflerince çok kullanılan bu gerçek, aslında coğrafyanın da bir sonucudur. Nitekim IŞİD Irak’tan ülkeye müdahil olmuş, dolayısıyla Suriye’nin doğusunda, yani Esad’ın şu aşamada varlık göstermediği bölgelerde faaliyet göstermiştir. Palmira Çölü’nün Suriye’de savaş haritasını ikiye böldüğü görülmektedir. Çölün Kuzey doğusunda kalan Rakka, Deyr ez Zor ve Haseke vilayetlerinde Esad yokken, Esad’ın ülkenin batısı olan, Şam, Hama, Humus, Halep, Lazkiye’ye öncelik verdiği görülmüştür. Dolayısıyla Esad bu bölgelerde varlık gösteren ÖSO ve İslâmî Cephe ile savaşmaktadır. PYD ve IŞİD ise, coğrafî konumları itibariyle bu savaşın dışında kalmaktadır. Ülkenin kuzey doğusundaki bu otorite boşluğu, IŞİD-PYD çekişmesini beraberinde getirmiş ve muhalefet içi bölünmenin de ilk sinyalleri olmuştur. Bununla birlikte, IŞİD’in Irak iç savaşından beri ortaya koyduğu ve bugün Musul’da devam ettirdiği Şia düşmanlığı da bu sorgulamayı anlamsız kılmaktadır. Dolayısıyla IŞİD’i kim destekliyor sorularıyla akla gelen, Esad’ın piyonu olma düşüncesi mânâsız görünürken, onun coğrafyaya uygun olarak pragmatist davrandığı ve Esad’a karşı savaşı ikinci planda tuttuğu anlaşılmaktadır.
IŞİD’in Suriye savaşında yine muhalifler arasında yer alan İslâmî Cephe’ye bağlı örgütlerle de savaşa girmesi, PYD ile girdiği çatışmalardan daha fazla rahatsızlık yaratmıştır. Muhalefetin bölünmesi eleştirilerine daha önce de maruz kalan IŞİD, bu sefer cihadı böldüğü iddiasıyla Selefî eleştirilere maruz kalmıştır. Örneğin; Şeyh Tartusi, IŞİD’e “harici” suçlamasında bulunurken, Berkavi; “Müslüman’ın Müslüman’ı öldürmesine cevaz vermek ahmaklıktır” demiştir. Kasım 2013’te, El Kaide lideri Zevahiri, IŞİD’in Nusra’nın kendilerine katıldığı yönündeki iddialarını reddetmiş, onun Irak El Kaide’si olarak devam edeceğini bildirmiştir. Ancak IŞİD’in Irak iç savaşından bu yana sürdürdüğü özerk yapı ve daha önce değinilen Zevahiri’nin güçsüzlüğü, bu uyarıyı dikkate almamasına sebep olmuştur. 2 Şubat 2014’te yayınlanan ses kasetinde ise Zevahiri, IŞİD’in El Kaide’ye bağlı bulunmadığını ve faaliyetlerinden Kaide’nin sorumlu tutulamayacağını bildirmiştir. Bu açıklamanın, IŞİD’e karşı Ocak 2014’te diğer İslâmcı örgütlerce ‘Mücahitler Ordusu’ kurulmasının peşine yapılması, Kaide’nin çekimser tutumunu ortaya koymaktadır. Ancak Kaide’nin bu çekimser tutumu, 11 Eylül ile elde ettiği itibarında tükenmesine yol açmaktadır. Nitekim, IŞİD bugün Irak’ta, Musul başta olmak üzere Tikrit, Felluce gibi birçok bölgeyi; Suriye’de ise Rakka ve Deyr ez Zor gibi bölgeleri ele geçirerek çok daha büyük bir güç olmuştur. Ayrıca IŞİD’in Kaide’ye kıyasla, devlet kurmak gibi daha direkt fikirleri ona katılımları da hızlandırmaktadır. Hatta IŞİD, Kaide lideri Zevahiri’ye yazdığı açık mektupta, onun cihadı dolaylı yoldan anlattığını belirterek eleştirmiştir. Katılımların hızlı olmasında Selefî inancın özcülüğünün etkisi de göz ardı edilmemelidir.
IŞİD’İN MUSUL BASKINI
Musul’un ele geçirilmesi, sorunu bir başka boyuta taşıdı. Son bir yıldır Suriye direnişini bölen örgüt olarak muhaliflerin sorunu olan IŞİD, yeniden dünya kamuoyunun gündemine oturdu. Türkiye’nin Musul Başkonsolosluğu’na gerçekleştirilen baskınsa, Türkiye’de kendi adına bir tehdit algısı yarattı. Ancak bu noktada, Musul’da tek yurt dışı temsilciliği olan ülkenin Türkiye olduğunu belirtmekte fayda var, yani IŞİD özellikle Türkiye Başkonsolosluğu’na saldırmış değil. Ancak Musul’un düşmesinin Türkiye dış politikasına etkileri olacağı da gerçektir. Her şeyden önce, her ne kadar tek temsilcilik olsa da, böylesi bir baskın, Türkiye’nin bölgedeki imajını sarsmıştır. Suriye tarafından uçağının düşürülmesi, Mavi Marmara ve PKK karşısındaki son dönemde yaşanan hadiseler ve bayrak olaylarının üzerine gelen bu baskının karşılıksız kalması, Türkiye’nin caydırıcılığını sorgulamaya açık hâle getirmiştir. Ancak uzun vadede daha önemli olan Musul’un geleceğinin ne olacağıdır.
Musul’un geleceğinin yaratacağı konjontüre geçmeden önce, şu an için daha net olarak ortaya çıkmış olan Kerkük hadisesine değinmekte fayda var. IŞİD’in Musul operasyonu, Kerkük’ün Irak Kürt Bölgesel Yönetimi ve Maliki Hükümeti arasındaki tartışmalı konumunu etkilemiştir. Irak askerleri Kerkük’ten çekilirken, Peşmergeler bu boşluktan yararlanmış ve Kerkük’ü kontrol altına almıştır. IŞİD’in Peşmergelere saldırmaması da, IKBY’nin bölgedeki hak iddialarını güçlendirmiştir. Hiç şüphesiz Kerkük’ün durumu hakkında bundan sonraki süreçte Barzani’nin eli daha kuvvetli olacaktır. Kerkük’ün durumu belirlendiğinde, IKBY’nin bağımsızlığını ilan etmesi de daha olasıdır. Bu süreç bağımsızlıkla sonuçlanmasa bile, petrol yasası üzerindeki pazarlıklarda Barzani’nin eli güçlenmiştir. Barzani, petrolü Irak merkezî hükümetinden bağımsız olarak ihraç etme hakkına karşılık, Kerkük’ü bir koz olarak kullanacaktır. IKBY ile petrol anlaşması yapan AKP hükümetinin bu denklemde yine Barzani tarafında yer alması kaçınılmazdır. Türk dış politikası, yaklaşık yüz yıldır, bağımsız Kürdistan’a karşı tavır almış ve engellemeye çalışmışken, petrol anlaşmaları çerçevesinde AKP’nin buna daha sıcak yaklaştığı, hatta bunu teşvik edici bir rol oynadığı açıktır. Dolayısıyla; IŞİD’in Musul’u işgali, her ne kadar konsolosluk baskınıyla tedirgin edici görünse de, AKP hükümetinin Kürdistan’ın oluşumunu destekleme politikasını kolaylaştıran bir nitelik de taşımaktadır.
Burada temel sorun, Irak hâlihazırdaki gibi üç’e bölünürse, Sünnî kesimi kimin yöneteceğidir. Batı’yı ve Türkiye’yi tedirgin eden veya etmesi gereken husus, radikal Selefî IŞİD’in hüküm sürdüğü bir devletle sınır olmaktır. Her ne kadar Suriye’de PYD’nin ve Irak’ta IKBY’nin oluşturduğu Kürt hattı, olası devleti Türkiye sınırından ayırsa da, Türkiye rejimini tağut ilan eden örgütün Türkiye rejimine tehlike arz edeceği barizdir. Böyle bir senaryo da, Türkiye kendi içindeki Kürt sorununu alevlendirebilecek kapasitede bir bağımsız Kürdistan ve laik cumhuriyete meydan okuyacak bir İslâm devleti ile komşu olacaktır. Şüphesiz bu senaryonun sunduğu tehdit, AKP iktidarının uğruna Maliki’yi karşısına almaktan çekinmediği kısa vadeli petrol gelirinden daha önemlidir.
Bununla birlikte Irak’taki IŞİD varlığının sürekliliği de sorgulanmaya açıktır. IŞİD’in şu ana kadar ele geçirdiği bölgeleri, uzun savaşlar sonucu değil, Irak askerlerinin çekilmesi ve yerel halkın desteği ile aldığı bilinmektedir. Bu süreçte daha önce Maliki yönetimince bastırılmış diğer Sünnî örgütlerin de ayaklandığı söylenmektedir. Ancak aynı geri çekilmenin Bağdat’ta yaşanmayacağı da açıktır. Bağdat’taki Şiî nüfus IŞİD’i hiçbir şekilde desteklemeyeceği için, IŞİD Nineve, Selahaddin ve Anbar’daki gibi ilerleyemeyecektir. Peki bu durumda, IŞİD gerçekten Nineve, Selahaddin ve Anbar’ı, yani Irak’ın Sünnî yoğunluklu bölgelerini elinde tutabilir mi?
Irak’ın Musul’a hava operasyonları başlattığı biliniyor, ancak böylesi bir örgütün karadan mücadele edilmeden silinmesi imkânsız. Irak merkezî yönetimininse, oraya karadan asker göndermeye ne kadar sıcak bakacağı kuşkulu bir durum. Sünnî aşiretlerin IŞİD’e katıldığı haberleri yayılırken, Irak’ın bu Sünnî bölgelerinde kara savaşında çok asker kaybedeceği açıktır. Burada belirleyici unsur yine petrol olacaktır. IŞİD’in kontrol ettiği bölgelerde, rafineri bulunmakla birlikte, petrol yataklarının diğer bölgelerde kalması, bölgenin cazibesini Irak adına azaltmaktadır. Anbar ve Nineve’de kurulacak olası bir devlet, Maliki Irak’ıyla Türkiye’nin bağlantısını koparacaktır ve Irak-Türkiye boru hattını kontrol altına alacaktır. Ancak Türkiye’nin Kuzey Irak’la yaptığı anlaşmalar göz önüne alındığında, bu petrol boru hattının Irak için çok bir anlamı kalmadığı da görülmektedir. Bununla birlikte şüphesiz, Maliki bu toprakları kaybetmek istemeyecektir; ancak, bölgenin bu şartları göz önüne alındığında, Maliki’nin yeninden bir mezhep savaşına girmek istemeyeceği ihtimali de göz önünde bulundurulmalıdır.
ABD’nin Irak’ın üç’e bölünmesine uzak durduğu pek söylenemez ancak bunun IŞİD kontrolünde olması, ABD ulusal güvenliği için kabul edilemez bir durum olacaktır. Esasen bu durum, ABD’ye doğrudan tehlike yöneltmese de, Obama yönetimi kendi dönemi içinde radikal İslâm devleti teşekkül etmesini istemeyecektir. Obama’nın “Amerika askerî tedbirler almaya hazırdır” açıklaması da bu duruma hoşgörüyle yaklaşmayacağını göstermektedir. Bununla birlikte, daha önce değinildiği gibi, Sünnî aşiretler destek verdiği takdirde, IŞİD’i Batı Irak’tan çıkarmak kara harekâtı olmadan mümkün olmayacaktır. ABD’nin Obama yönetiminde ikinci bir Irak macerası yaşaması ise çok uzak bir ihtimaldir. Dolayısıyla, IŞİD’i Irak’tan temizleyecek olan ABD askerleri değildir. Hem Irak, hem de ABD’nin bu savaştan caydırıcı sebepleri ortadayken, IŞİD’in bir süre Irak’ta varlık gösterme ihtimâli göz ardı edilmemelidir.. Bu süreçte IŞİD’i temizleme görevinin, bağımsız Kürdistan pazarlıklarının uzantısı olarak Peşmergeye verilmesi muhtemeldir. Peşmerge temsilcilerinin IŞİD’e karşı sert açıklamaları bu ihtimali kuvvetlendirse de, bu güne dek mezhep savaşının dışında kalmayı başarmış olan Erbil’in bu kazana girmeye ikna edilmesi zordur. Suriye’den farklı olarak, Irak’ın batısında şu an etkin pek çok direniş örgütünden bahsedilemediği için, IŞİD’in şu süreçte bölgede rakipsiz olduğu görülmektedir. Bir diğer deyişle, Suriye’de ona karşı kullanılabilen ÖSO, İslâmi Cephe ve PYD varken, Irak’ta böyle etkin bir unsurdan bahsetmek mümkün değildir. Sadristler bu noktada akla gelecek gruplardır ancak Şia adına IŞİD’e karşı yapılacak olan bir savaşın Sünnî yoğunluklu Anbar ve Nineve’de başarı ihtimali çok düşüktür.
IŞİD’in uzun dönem varlığını sürdürme ihtimalini arttıran tüm bu faktörlerle beraber, Irak Sünnîlerinin yapısı, bu ihtimali düşürmektedir. IŞİD’in her ne kadar bu süreçte Irak’lı aşiretlerden destek görse de yabancı milislerden oluştuğu göz ardı edilmemelidir. Irak Sünnîlerinin IŞİD’i sindirmesi zor, çünkü Irak’lıların daha seküler bir yapıda olduğu açıktır. Şu süreçte sağlanan destek ise, Maliki’nin Şiîci politikalarının bir tepkisi olarak yorumlanmalıdır ve bu tepki uzun süreli olmayacaktır. Nitekim, son seçim sonuçlarına bakıldığında Irak Sünnîlerinin radikallikten uzak olduğu görülecektir. Maliki’nin Şiî politikalarına ve Sadr hareketinin etkinliğine rağmen, Sünnîci politika güden Nuceyfi’nin Mutahidun birliği 42 sandalye kazandığı bir önceki seçime göre 19 sandalye kaybederek 23’te kalmıştır. Buna karşılık Ayad Allawi’nin kurduğu Vatan koalisyonu ilk kez girdiği seçimde 21 koltuk elde etmiştir. Mutahidun 680 bin oy alırken, Vatan birliği 1 milyon 34 bin oy almıştır. Yine milliyetçi seküler bir birlik olan Salih el Mutlak’ın lideri olduğu El Arabiye birliği de 450 bin oyla mecliste 10 sandalye elde etmiştir. Sünnî, Şiî ve Kürt olarak üç ayrı gücün ortaya çıktığı Irak siyasetinde, Şiî’lerin Ahrar ve Muvatin gibi mezhepçi partilere destek verdiği görülürken, Sünnî’lerin büyük oranda milliyetçi seküler partilere destek verdiği görülmektedir. Hatta Sünnî aşiretleri daha önce Maliki yönetimiyle, El Kaide’ye karşı işbirliğine de gitmiştir. Dolayısıyla IŞİD’in bölgedeki Sünnî halkta Maliki kızgınlığı geçtikten sonra kabul görmesi pek mümkün değildir. Ancak IŞİD orada kaldığı her gün bölgede güçlenecek ve taraftar bulacaktır.
SONUÇ
IŞİD’in Musul ve diğer Irak ilçelerine gerçekleştirdiği baskınlar onu diğer cihatçı grupların birkaç adım önüne geçirmiştir. Çünkü Cihat’a taraftar bulmanın birincil şartı, başarıya inancı sağlamaktır. 11 Eylül’ün cihatçı gençlerde uyandırdığı heyecana benzer bir heyecan, Musul’un düşmesiyle uyanmıştır. Yani savaş sonu gelmeyen bir macera değil, İslâmî devlete giden bir süreç olarak algılanmaktadır ve bu IŞİD’i tüm Selefî reddiyelere rağmen güçlü kılmaktadır.
IŞİD’İn Irak içerisindeki ilerleyişinin Türkiye’ye etkilerine bakıldığındaysa; her ne kadar IŞİD’in burada devlet kurması kalıcı bir hamle olarak görünmese de, Kerkük faktörü ve IKBY’ye açtığı bağımsızlık yolu Türkiye için en önemli sorunlardandır. Ancak AKP dış politikası bunu sorun olarak görmeyip petrol anlaşmaları gereği Kürdistan’ın bağımsızlığına pozitif bakacaktır. Dolayısıyla Musul gelişmesi, yakın dönemdeki gelişmelere ve siyasî inisiyatiflere bağlı olmakla birlikte, orta ve uzun dönemde Türkiye’yi radikal İslâmcı bir devlet ve bağımsız Kürdistan’la komşu yapma potansiyeli taşımaktadır.