TASAV Mütevelli Heyet Üyesi, Uluslararası İlişkiler Uzmanı Konur Alp Koçak, "Türkiye bölgesel lider ve uzun vadede küresel bir aktör olmak istiyorsa, tüm güç odaklarıyla yakın işbirliği kurmalı, ancak hiçbirisine kendisini kaptırmamalıdır. Herkese kulak verip kimseye kulağı kaptırmamak gerekir. Bu da temeli sağlam ve rasyonel bir diplomasiyle mümkün olur. Türkiye'nin diplomasi geleneği bunun için elverişlidir, yeter ki iç siyasî kaygılar millî menfaâtlerin önüne geçmesin. Dış politika, iç siyasete alet edilmeden millî bir sorumluluk bilinciyle belirlenmeli ve uygulanmalıdır" dedi.
TASAV Mütevelli Heyet Üyesi Konur Alp Koçak, Ortadoğu'da yaşanan gelişmeler, Kerkük'teki Türk varlığı, korsan referandumun ardından Barzani'nin durumu, TSK'nın İdlib operasyonu ve Afrin'e olası harekat, ABD'nin PKK/PYD'ye silah sevkiyatı, Suriye'nin durumu, Rusya ile ilişkiler ve AB üyelik sürecinde yaşanan gelişmeleri Ortadoğu Gazetesine değerlendirdi.
-Soru: Son gelişmeler ışığında Kerkük'ün jeopolitik anlam ve önemi hakkında bir değerlendirme yaparak başlayacak olursak, ne dersiniz?
-Cevap: Türkiye açısından Kerkük kültürümüzün ve tarihimizin güzide bir parçasıdır, Türkler için sadece petrol ile anlam kazanan, sadece jeopolitik önemi ile gündeme gelen bir yer değildir. Kerkük öz be öz Türk yurdudur. Tarihî, beşerî ve siyasî açıdan Türkler için büyük önem ve anlam taşır, Misak-ı Millî'nin parçasıdır. Kerkük başta olmak üzere Türkmeneli'nin tamamı, Irak Türklüğüne kalan bir mirastır, Türkiye'ye emanettir. Bu bölgenin peşmergelerce işgal ve talan edilmesi, Kürtleştirilmeye çalışılması, Osmanlı-Türk kültür mirasının silinmeye çalışılması gibi talihsiz gelişmeler dahi Türkler için Kerkük'ün anlamını azaltmamıştır. Türkiye'deki bir Türk için Urfa, Afyon ne kadar Türk ise, Kerkük de o kadar Türk'tür, Türk'ün vatanıdır. Dolayısıyla, Kerkük ve diğer Türk şehirlerinin üzerinde oynanan kirli oyunlara en sert tepkinin Türkiye'den gelmiş olması kesinlikle bir tesadüf değildir. Bir de şunu hatırlatmak gerekir ki 1926'da imzalanan Ankara Anlaşması'na kadar bu coğrafyada yaşayanlar Türkiye Cumhuriyeti'nin vatandaşı olarak kalmış, bizimle aynı kimliği taşımıştır.
BARZANİ İHANET ETTİ
-Soru: Peki, Türkiye dışındaki aktörler için Kerkük ne anlam taşır?
-Cevap: Kerkük'ün yabancısı olan ve bu bölgenin kaynaklarını sömürmeye yeltenen emperyalist güçler için Kerkük böylesi bir manevî değer taşımaz. Onlar için burası petrol ve para ile özdeşleşmiştir. Bu ülkeler için Ortadoğu'daki etnik ve dinî ayrışmadan beslenen istikrarsızlığın manipüle edilmesi de emperyalist bakışın bir parçası olmuştur hep. Dolayısıyla dış güçler bu bölgeyi silâh zoruyla ele geçirmekten, bölgenin kimliğini ve tarihî mirasını örselemekten çekinmemiştir. Kuzey Irak'ta bir devlet kurma hayalinde olan Barzani ve avenesi, ABD'nin Irak savaşını kazanmasına yardım etme karşılığında bu bölgede bir özerklik tesis etme pazarlığına girmiştir. ABD için Kerkük, peşmergenin desteğini temin etmek adına Barzani'ye sunulan bir koz olarak görülmüştür. Yani Peşmergeler, ABD açısından Saddam'ı devirmek için lazım olan piyon olarak görülmüştür. Barzani ise ABD'nin Irak işgalini, topraklarını ve nüfuzunu artırmak ve sonraki dönemde bağımsız bir devlet kurmak çerçevesinde bir fırsat olarak görmüştür. ABD askerlerine kalkan olan peşmerge, ABD'nin kendi ülkelerini işgal etmesine yardım ederek doğup büyüdüğü topraklara ihanet etmiştir. Barzani, bu ihaneti, pragmatist bir yaklaşıma halkına kabul ettirmiş ve bunun uzun vadeli bir çıkar ilişkisi olduğu hususunda Kürtleri ikna etmiştir. Netice itibarıyla, peşmerge yardımıyla Saddam'ın devrilmesi karşılığında Barzani ABD'nin hazırlattığı yeni Irak Anayasasında özerklik ile mükâfatlandırılmıştır. Barzani'nin özerk bir yönetim kurması ise Kürt ayrılıkçı hareketini alevlendirmiş, birçok yeni soruna sebep olmuştur. 25 Eylül'de düzenlenen gayrimeşru referandum bunlardan biridir.
"VEZİR" OLAYIM DİYEN BARZANİ "REZİL" OLDU
-Soru: Referandumun hukukî dayanağının olmadığını düşünüyorsunuz. Referandumun neden gayrimeşru?
-Cevap: 2005'te kabul edilen Irak Anayasası, Kürtlerin özerk bir yönetim kurmasına cevaz verse de bu özerkliğin bağımsızlığa dönüşebileceğine dair bir düzenleme içermemektedir. Aksine, Anayasa'da Irak'ın sınırları değişmeyecek bir federal devlet olduğu kayıt altına alınmıştır. Genel olarak bakıldığında, özerkliğin bağımsızlık için bir sıçrama tahtası ya da bağımsızlık yolunda bir durak olarak algılandığını görürsünüz. O yüzden de Barzani'nin defaâtle bağımsızlık fikrini gündeme getirmiş olması şaşırtıcı değil. Ancak, devlet kurmak ve onu yaşatmak öyle kolay bir iş değildir. Bir kere, Irak anayasasının verdiği özerklik hakkını kullanıp aynı anayasanın ayrılıkçılığı yasaklayan hükümlerini "ben takmıyorum" diyemezsiniz. Anayasaya uymadığınız an meşruiyetiniz tartışmalıdır. Üstelik, sınırların değişmesi özerk bölgenin re'sen kararlaştıracağı bir husus değildir. Zira, özerk bölgenin Türkiye ile olan sınırı, uluslararası antlaşmalarla belirlenmiştir. Ankara Antlaşması bu sınırın garantörüdür, BM tarafından kabul edilen sınır budur. Sınırların güç kullanılarak değiştirilemeyeceği de uluslararası hukukun tartışmasız bir ilkesi ve kuralıdır. Bu sınırı tek taraflı bir kararla değiştirmeye kalkmak Barzani'nin altından kalkamayacağı bir yüktür. Sözkonusu sınır Türkiye gibi muktedir bir devletin sınırıysa, onu Türkiye'nin rızası olmadan değiştirmek kimsenin harcı değildir. Nitekim, referandumla "vezir" olayım diyen Barzani, "rezil" olmuş, istifa etmek zorunda kalmıştır.
BARZANİ, BİR SİYASÎ LİDER OLAMAYACAK KADAR ÇAPSIZ OLDUĞUNU İSPATLAMIŞTIR
-Soru: Barzani'nin istifası ve Talabani'nin ölümünden sonra Kuzey Irak siyaseti için neler söylersiniz?
-Cevap: Açıkça görülmüştür ki Barzani, ABD ve İsrail'in bölgesel hegemonya hedeflerinin piyonu olmuştur. Ayrıca Barzani, Türkiye'nin ve Irak merkezî hükûmeti ve İran'ın olası bir bağımsızlık girişimine vereceği tepkiyi doğru analiz edememiş ya da kendisine verilen bir takım sözlere kanmıştır. Barzani, AKP hükûmetinin Kuzey Irak'la geçtiğimiz yıllarda kurduğu yakın ilişkilere aldanmış, Türkiye'nin bu gayrimeşru bağımsızlık girişimine engel olacağına anlaşılan o ki pek ihtimâl vermemiştir. Ayrıca Türkiye'nin iradesi olmadan bölgede böylesine önemli bir kararın alınamayacağını idrak edememiştir. Bu da onun Türkiye'nin kudretinden ne denli habersiz olduğunu göstermiştir. Türkiye'den ve diğer aktörlerden gelen ikazları da görmezden gelmiş, bir oldubitti ile işin içinden çıkabileceğini sanmıştır. Kısacası Barzani, bir siyasî lider olamayacak kadar çapsız olduğunu ispatlamıştır. Bağımsız devlet hayali ile oyaladığı Kuzey Irak halkı da, Bağdat yönetiminin Kerkük dâhil tüm tartışmalı bölgelerde hiç zorlanmadan kontrolü ele almasıyla peşmergenin ve özerk hükûmetin aslında bir "kâğıttan kaplan" olduğu gerçeğini görmüştür. Tüm bu süreç, Barzani'nin itibarını sıfırlamıştır.
Barzani, tabansız güç gösterisinin bir anda tuzla buz olmasıyla, bir sorumlu aramaya başladı. Kendisine ihanet edildiğini söylemesi aslında günah keçisi bulma çabasından başka bir şey değil. Başarısızlığını gizlemek adına yönelttiği ithamlar, Kürt gruplar arasında zaten var olan sürtüşmeyi artırdı. Barzani, Irak'ta artan gerilimin tek sorumlusu olarak görüldüğü için, çareyi kaçıp gitmekte bulmuştur. Barzani'nin istifası bir yandan da aslında kendisinin nasıl bir despot yönetim inşa ettiğini de göstermiştir. Seçimle işbaşına gelmeyip parlamento kararlarıyla 2013'ten beri ülkeyi meşruiyetten yoksun bir şekilde yöneten Barzani, kullandığı sınırsız yetkileri başka bir lider kullanamasın diye, yetkilerini parlamento ve yürütme arasında bölüştürmek zorunda kalmıştır. Bu açıdan bakıldığında malûm referandum girişimi, bir diktatörün sonunu getirerek hayırlı bir sonuç da doğurmuştur. Aynaya baktığında kendini aslan gören oysa gerçekte bir kedi olan Barzani, Irak siyasetinden silinecektir.
KUZEY IRAK'TA DEMOKRASİDEN BAHSETMEK MÜMKÜN DEĞİL
Artık Kuzey Irak, Barzani ve Talabani sonrası yeni bir döneme girmiştir. Bu dönemde Kuzey Irak iç siyasetinde çalkantılı bir sürecin yaşanması gayet muhtemeldir. Zira, Kuzey Irak'ta gelişmiş bir devlet yapılanmasından da güçlü bir demokrasi kültüründen de bahsetmek mümkün değil. İki liderin şekillendirdiği siyaset sahnesi, yeni aktörlere kalacaktır. Barzani'nin partisi bu süreçten en büyük kayıp yaşayan taraf olmaya adaydır. KDP içerisinde bir liderlik savaşının yaşandığı görülüyor. Mesut Barzani'nin ardından oğlu Mesrur ile yeğeni Neçirvan arasında geçecek olan yarışta kimin kazanacağı belli değil. Burada, dış aktörlerin kimi tercih ettiğinin de önemli rolü olacak. Zira, demokrasinin konsolide olmadığı bu gibi ilkel yönetimlerde koltuğa kimin çıkacağı; liderler, elitler, aşiretler ve yabancı güçler arasında geçen pazarlıklarla belirlenir. Neçirvan Barzani'nin hem Tahran'la hem de Türkiye tarafında AKP ile iyi ilişkileri olduğu dikkate alınırsa, kendisinin bir adım önde olduğu söylenebilir. Üstelik Neçirvan'ın Talabani'nin KYB'sine Mesrur'dan daha yakın olduğu biliniyor.
Talabani'nin ölümünden sonra KYB içinde de benzer bir çekişme yaşanıyor. Talabani'nin oğlu Pavel, referandum için temkinli yaklaşmışken Kerkük Valisi Kerim Barzani'nin kararının en hararetli savunucusu ve destekçisi olmuştu. KYB ve KDP içindeki çekişmenin sonucunda bu iki partinin lider kadrosu belli olacak ve bu aslında, "yeni dönemde iki parti uzlaşabilecek mi yoksa Kuzey Irak siyasetindeki bölünme sürecek mi?" sorusunun cevabını belirleyecek. İkinci ihtimalin ortaya çıkması hâlinde, daha istikrarsız bir Kuzey Irak göreceğimiz ve bunun Türkiye'nin millî güvenliğini tehdit edeceği ise kesin.
GÜNEY SINIRIMIZIN PKK-PYD-SDG'CE ÇEVRELENMESİNE İZİN VERİLMEMELİ
-Soru: Kuzey Irak'ta istikrarsızlık Türkiye'nin güvenliğine nasıl yansır? Türkiye bu konuda ne yapmalı?
-Cevap: Unutmamak gerekir ki Kuzey Irak, dünyanın gördüğü en kanlı terör örgütü olan PKK'nın yuvalandığı, beslenip büyüdüğü bir terör yatağı olagelmiştir. Türkiye'de yaşanan PKK terörü, Barzani başta olmak üzere, teröristlere kucak açan Kuzey Iraklı yetkililerin desteği ile sürdürülebilmiştir. PKK'nın Kandil ve Sincar'daki varlığı Kuzey Irak'a değil Türkiye'ye yönelik bir tehdit olmuştur hep. Referandum sonrası bölgenin merkezî hükûmetin kontrolü altına geçmesi, Ankara ve Bağdat'ın sınır kapılarını ve sınır boyunu denetimleri altına alması elbette güvenlik risklerini azaltmıştır.
Türkiye'nin riskleri tamamen ortadan kaldırmak üzere, Fırat Kalkanı benzeri bir operasyonla, Irak ordusunun da desteğini alarak Kuzey Irak'a yönelik bir askerî operasyon düzenlemesi hatta Kandil'e asker sokması yerinde olur kanaatindeyim. Türkiye, kim ne derse desin, kim ne isterse istesin güney sınırının PKK-PYD-SDG güçlerince çevrelenmesine hiçbir surette izin vermemelidir, vermeyecektir. Son zamanlarda Türk devletinin de böyle düşündüğü anlaşılıyor. Bu kararlılığın devam etmesi ve Türkiye'nin tüm güç unsurlarını devreye sokması hâlinde Irak ve Suriye'nin kuzeyinde mevzilenen terör kuşağının bertaraf edilmesi mümkün olacaktır.
Türkiye'nin Kuzey Irak ve Kuzey Suriye'deki gelişmeleri birbirinden ayrı ele almaması gerekir. Zira Barzani'nin İsrail desteği ile yapmak istediği Türkiye'nin güney sınırı boyunca bir tampon yaratarak Türkiye'nin Arap dünyasına ulaşmasına engel olmaktı. Barzani, bu Kürt kuşağını gerçekleştirebilse, Kerkük petrolünü Türkiye'yi bypass ederek Hatay'ın güneyinden Akdeniz'e ulaştıracak ve Türkiyesiz dünya pazarına sunacaktı. Muhtemelen Barzani'nin en büyük müşterisi de İsrail olacaktı. Dolayısıyla, Barzani'nin bağımsızlık girişiminin suya düşmesi, Kerkük'ün İsrail'e peşkeş çekilmesinin de önüne geçmiştir. İdlib'te Türk askerinin varlığı da bu açıdan önemli bir destek olmuştur.
Türkiye her şartta kendi güvenliğini önceleyen politikalar uygulamalı, etrafındaki terör kuşağı oluşumuna hiçbir şekilde fırsat vermemelidir. Bunun için iktisadî, siyasî ve askerî her tedbir alınmalıdır. Aslında 2012'de MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli'nin "Kandil'den Afrin'e bir güvenlik kuşağı oluşturulması" yönündeki önerisi hayata geçirilmiş olsaydı Türkiye bu tehditlerle karşılaşmazdı. Nihayet bu zaruret görüldü ve geç de olsa devletimiz o doğrultuda hareket ediyor.
PEŞMERGENİN HAYÂLLERİ SUYA DÜŞMÜŞTÜR
-Soru: İdlib operasyonunu ve Afrin'e olası bir harekâtı değerlendirir misiniz? Suriye'de iç savaşın başladığı günden bugüne Türkiye'nin Suriye politikası nereden nereye geldi, bir perspektif çizer misiniz?
-Cevap: Türkiye, Davutoğlu dönemindeki yanlış politikalar sebebiyle Suriye'de etkin bir unsur olamamıştır. Türkiye'nin Suriye'ye nüfuz edememesi, ABD ve Rusya gibi diğer aktörlerin önünün açılmasını kolaylaştırmıştır. Gelinen noktada, Suriye'de en belirleyici güç Rusya gibi görünüyor. Esad rejiminin hâlâ yıkılmamış olması Rusya'nın verdiği destekle mümkün olmuştur. Suriye'de varılacak herhangi bir uzlaşının Rusya'nın hilafına olamayacağı da bir gerçektir. Türkiye geç de olsa bu durumu kabullenmiş ve Astana görüşmeleriyle Rusya ve İran'la beraber sorunun çözümü için rol almaya başlamıştır. Astana görüşmelerinin neticesinde oluşturulan çatışmasızlık bölgelerinde ateşkesin sürdürülebilmesi için Türkiye İdlib'e asker konuşlandırmıştır. Buradaki askerî varlık, hem yeni bir "Halep trajedisinin" önlenmesi hem de iç savaşın soğuması açısından isabetlidir. Türkiye'nin İdlib'te askerî varlığı, sadece iç savaşın bitirilmesi adına değil, az önce bahsettiğim terör koridorunun Akdeniz'e ulaşmasına engel olmak açısından da faydalıdır. Zira, Kandil'den yola çıkan peşmergenin Türkiye topraklarına hiç girmeden Akdeniz'e ulaşma hayâli suya düşmüştür. Bunun ilk adımı Fırat Kalkanı ile gerçekleşmiştir ki bu harekât Suriye'nin kuzeyindeki kantonlar arasına kalın bir duvar örmüştür. İdlib ile, Türk ordusu Afrin'i dört bir taraftan kuşatmıştır. Tahminim odur ki, Türkiye İdlib'in ötesine geçmek ve Afrin'deki gayrimeşru yapıyı yok etmekten imtina etmeyecektir. Türkiye, Kürtlerin çoğunlukta olmadığı bu kantonlarda terörist yöntemlerle bir özerk bölge kurulmasına müsaade etmeyecektir. Barzani'nin son girişimi, özerkliğin Irak'a huzur ve istikrar getirmediğini açıkça göstermiştir. Suriye'de de benzer bir oluşum, yine kaos getirecektir.
ABD'NİN TERÖRİST GRUPLARA VERDİĞİ DESTEK, İŞİ İÇİNDEN ÇIKILMAZ HÂLE GETİRİYOR
-Soru: Türkiye bundan sonra neye odaklanmalı?
-Cevap: Türkiye, Suriye'de söz sahibi olan tüm ülkelere Suriye'nin toprak bütünlüğünün ve üniter yapısının korunmasını temel hedef olarak kabul ettirmeye odaklanmalıdır. Birliğini koruyan Suriye, yeni krizlerin önüne geçebilecek kadar güçlü olmalıdır ve bu Arap ve Türkmenlerin yanı sıra ülkede yaşayan diğer grupların yönetimde söz sahibi olmasıyla kolaylaşacaktır. Tek bir grubun diğerlerini dışlayarak istikrar ve huzur getiremeyeceğinin kanıtı, hâlihazırda yaşanan iç savaştır. Tekrar benzer bir yapının ortaya çıkması ya da etnik ayrışmanın körüklenmesi hâlinde, bu iç savaş bitse bile yeni bir çatışmanın fitili ateşlenmiş olur. O yüzden de silahların susmasının ardından geniş katılımlı bir mutabakata varılması şarttır. Bu süreçte Türkiye'nin yapıcı bir rol üstlenip tüm taraflarla görüşmesi gerekir. Türkiye'nin onay vermediği bir planın uygulanması ve başarıya ulaşması Fırat Kalkanı sonrasında mümkün olmaktan çıkmıştır. Bundan sonra, Türkiye Esad ile görüşmeme politikasını sona erdirip Esad'lı geçişe onay verebilir diye tahmin ediyorum. Zira Esad ile yapılan görüşmeler, ülkenin kuzeyindeki illegal yapının ortadan kaldırılmasını da kolaylaştıracaktır. Bu yönde bir pazarlık yürütülebilir kanaatindeyim. Lakin ABD'nin terörist gruplara verdiği destek, işi içinden çıkılmaz hâle getiriyor.
ABD'NİN PKK/PYD İLE İŞ TUTMASI NE İTTİFAK HUKUKUNA NE DE DOSTANE İLİŞKİLERE UYAR
-Soru: ABD'nin PKK/PYD ilişkisini ve son olarak Rakka tiyatrosunu nasıl değerlendirirsiniz?
-Cevap: ABD'nin bölgede varlığı kısmen onun Rusya ile sürdürdüğü küresel güç rekabetinin kısmen de İsrail'in güvenliği ile ilişkili. Sebebi ne olursa olsun ABD'nin Suriye'de DAEŞ'le mücadeleye destek olma adı altında PKK/PYD militanlarını silahlandırması krizi derinleştirmiştir. Şunun altını çizmek gerekir, ne gariptir ki DAEŞ'in ele geçirdiği topraklar bir süre sonra bir diğer terör örgütünün eline geçiyor ve bu topraklar sözde Kürt devletine bağlanıyor. Rakka bunun son örneği.
ABD'nin bir terör örgütünü yok etmek iddiasıyla bir başka terör örgütüne destek vermesi, krizin sürüncemede kalmasına yol açıyor. Terörle küresel mücadele yürüttüğünü iddia eden bir ülkenin, NATO müttefiki olan Türkiye'nin güvenliğine kast eden PKK/PYD ile iş tutması ne ittifak hukukuna ne de dostane ilişkilere uyar. Ancak görüyoruz ki ABD yanlışında ısrar edecek gibi. ABD bölgede varlığını sürdürebilmek adına kendisine kayıtsız şartsız itaat edecek bir kukla devlet arıyorsa hayal edilen Kürt devletinden daha iyi bir seçeneğinin olmadığını biliyor. ABD, Irak'ta El-Kaide ile mücadele adı altında nasıl Barzani'nin peşmergelerini besleyip büyüttüyse, şimdi de Suriye'de DAEŞ'le mücadele adı altında PKK/YPG'yi besleyip büyütüyor. Galiba birilerinin ABD'ye, Rusya ile savaşsın diye beslediği Taliban'ın 11 Eylül'de gelip gözünü oyduğunu hatırlatması gerekiyor.
TÜRKİYESİZ BİR NATO'NUN RUSYA KARŞISINDA CAYDIRICI OLAMAYACAĞINI EN İYİ BİLEN ABD
-Soru: ABD bunun farkında değil mi sizce?
-Cevap: ABD'nin bunu anlayamadığını sanmıyorum. Belli ki ABD Suriye'yi Rusya ile mücadelede bir üs olarak görüyor, kendisine mevzi kazanmak için bölgedeki Kürt varlığını istismar ediyor. ABD'nin Barzani'yi yüz üstü bırakması, Suriye'deki Kürtler için bir ders olmalı. Lakin, Suriye'de Rus etkisi devam ettiği müddetçe, ABD'nin bölgeden çıkıp gideceğini düşünmek gerçekçi değil. Kalabilmesi için de bir müttefike ihtiyacı var ve bunun PKK/YPG olduğunu düşünüyor. Rakka operasyonunda Türkiye yerine ABD'nin bu terör örgütünü tercih etmesi, iki ülke ilişkilerine vurulan büyük bir darbedir. Rakka'nın beklenenden çok daha kolay bir şekilde DAEŞ'ten kurtarılması ve PYD'nin kontrolüne geçmesi ve ardından yaşanan tiyatro ABD'nin Türkiye karşısında iyi niyetli olmadığı ihtimalini güçlendiriyor. ABD, Barzani'ye verdiği desteğin boşa gittiğinden ders çıkarıp PYD'ye destek vermekten vazgeçmeli. Aksi hâlde, ABD'nin terörle savaştığı söylemi inandırıcılığını tamamen yitirecek ve Türkiye gibi önemli bir NATO müttefikini kaybetme riskiyle karşılaşacak. Türkiyesiz bir NATO'nun Rusya karşısında caydırıcı olamayacağını en iyi bilen ABD olsa gerek.
ABD, RAKİPLERİNE SORUNLAR ÇIKARIYOR, RUSYA MAĞLUBİYETİ KABULLENMİYOR
-Soru: ABD ve Rusya'nın Suriye'deki varlığı üzerine bir değerlendirme yapar mısınız?
-Cevap: Suriye krizi, Rusya-ABD rekabetinin bir yansımasıdır. Bunun benzerlerini Kırım ve Kosova'da gördük. Baltık ülkelerinde NATO'nun askerî varlığını artırması, buna karşın Rusya'nın batı sınırına yığınak yapması veya o bölgede Baltık ülkeleri üzerinden gelecek olası saldırı senaryosuna dayanan Zapad gibi devasa askerî tatbikatlar yapması, küresel güçler arasındaki rekabetin görünür hâle gelmesinden ibaret. ABD, küresel güç yarışında önde olabilmek için rakiplerine sorunlar çıkarırken, Rusya kolay kolay mağlubiyeti kabullenmiyor. Suriye, iki ülke açısından Ortadoğu'da var olmanın ötesinde Akdeniz'e ulaşabilmek için stratejik önem taşıyor. Hâliyle, nasıl ABD bu topraklarda bir üs kurmaya çalışıyor ve Kürtleri yanına çekerek karşı tarafı zayıflatmak istiyorsa, Rusya da Esad rejimini koruyarak bunu yapmaya çalışıyor. Rusya, Kürtleri Esad rejimini güçlendirebilmek adına bir araç olarak görürken, ABD onları Rus ve Türk etkisini dizginlemek için bir araç olarak görüyor. Her halükârda Kürtler, büyük güçlerin maşası olmanın ötesine geçemiyor. Ancak Kürt gruplar, Kuzey Irak'ta olduğu gibi bir büyük gücün taşeronluğunu yaptıkları zaman mükâfatlandırılacağını düşündüğü için bu durumdan rahatsız değiller. Irak ve Suriye'de millet olma bilinci ve kültürünün yerleşmemiş olması, yabancı güçlerin ülkeyi talan etmesine zemin hazırlıyor. Millî birliğin olmadığı yerlerde dış müdahaleler neticesinde etnik çatışmaların kolayca alevlenebileceğinin yeni bir kanıtı oldu Suriye.
ENERJİ KAYNAKLARININ EMPERYALİST GÜÇLERİN İŞTAHINI KABARTIYOR
-Soru: Irak ve Suriye'deki ABD - Rusya mücadelesinde enerji kaynaklarının rolü de var mı?
-Cevap: Irak'ın enerji kaynakları açısından önemli olduğunu söyleyebiliriz ama aynı şey Suriye için geçerli değil. Ancak bu Suriye'nin enerji anlamında tamamen önemsiz olduğu anlamına da gelmez. Zira enerji güvenliğinin bir boyutu enerjinin kaynağı ise bir diğeri izleyeceği güzergâhtır. Nakil hatlarının çeşitlendirilmesi ve yeni rotaların inşası o yüzden önemli. Bu hem ihraç hem de ithal eden ülkeler için geçerli. Mesela, Kuzey Irak petrol ihracatını sadece Kerkük-Ceyhan hattı üzerinden yapabiliyor ve Türkiye istediği an bunu kesme yeteneğine sahip. Dolayısıyla yeni kaynaklar ve nakil hatları, bir ya da az sayıdaki ülkeye bağımlı kalmamak ve diplomaside elinizi güçlü tutmak için gerekli. Az önce zikrettiğiniz Kürt koridorunun Barzani için yeni bir güzergâh inşa etmek adına çok elverişli olduğunu belirtmiştim. Barzani için bir diğer alternatif de 2003'ten beri işler olmayan Kerkük-Banyas hattı olurdu ancak Suriye iç savaşı bu hattın tamir edilip hayata geçirilmesine mâni oldu. Barzani nasıl Türkiye'ye olan bağımlılığını azaltıp daha esnek davranmak istemişse, enerji kaynağı ithal eden ülkeler de kaynak çeşitliliğini artırmak ister. O yüzden de enerji ihtiyacı artan ülkeler yeni kaynaklar bulmak derdindedir. Enerji kaynaklarının emperyalist güçlerin iştahını kabarttığı defalarca görülmüştür.
GAZ KAYNAKLARI, KIBRIS'TA ÇÖZÜMÜ ZORLAŞTIRIYOR
-Soru: Doğu Akdeniz'de keşfedilen gaz kaynakları hakkında neler söylersiniz?
-Cevap: Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, Güney Kıbrıs yönetiminin gaz arama ve çıkarma faaliyetleri KKTC'nin meşru haklarına tecavüzdür. Adadaki iki toplumun ortak malı olan kaynakların Güney yönetimi tarafından tek taraflı bir kararla Batılı şirketlere peşkeş çekilmesi söz konusudur. Üstelik Kıbrıs açıklarındaki gaz kaynakları, Kıbrıs'ta çözümü zorlaştırmaktadır. Ancak Batı için bu durum bir sorun olarak görülmemektedir. Bu gaz rezervleri hem kaynak ülkeler olan Güney Kıbrıs, İsrail ve Mısır için hem de o bölgeden gaz almayı arzu eden ülkeler için yeni bir umut olmuştur. Ne var ki bu bölgedeki rezervin küresel enerji denklemini değiştirecek boyutta olmadığı biliniyor. Yine de abartılı bir iyimserlikle Doğu Akdeniz üzerinde çeşitli senaryolar kuruluyor. Örneğin, Ukrayna Krizi sonrasında Rusya'ya olan bağımlılığını azaltmaya çalışan AB, Doğu Akdeniz gazının Avrupa'ya naklini önemsiyor, bu konuda bazı girişimler yaşandı bile. AB açısından yeni kaynaklar o kadar önemli ki ABD'den sıvılaştırılmış gaz ithalatına başladı ve Türkiye üzerinden Azerî gazına erişeceği günü dört gözle bekliyor. Tabi ki bu, Türkiye'nin AB nezdinde jeo-stratejik öneminin artması demek.
TÜRKİYE'DE AB ÜYELİĞİNE SICAK BAKANLARIN SAYISI AZALIYOR
-Soru: AB demişken, Türkiye ile AB arasındaki son gelişmeler hakkında neler söylersiniz?
-Cevap: Türkiye'nin AB üyelik sürecine benzer bir örnek daha yok. Hiçbir ülke, Türkiye'nin beklediği gibi üyelik için 50-60 yıl beklememiş, AB'den başka hiçbir uluslararası örgüt de adayı olan bir ülkeyi bu kadar bekletmemiştir. Bu yetmezmiş gibi son yıllarda ilişkiler daha da gerilmiştir. AB, hem Türkiye'yi kendinden uzaklaştırmamaya özen göstermekte hem de üyelik konusunda ayak diremektedir. Bazı AB ülkelerinin FETÖ ve PKK gibi terör örgütlerine desteği artmakta, doğal olarak da Türkiye'de AB üyeliğine sıcak bakanların sayısı azalmaktadır. Bu sürecin tam üyelikle sonuçlanacağına artık iki taraftan da neredeyse kimse inanmamaktadır. Üyelik sürecinde kritik bir kavşağa gelinmiştir. Türkiye'nin bu yola devam edip etmeyeceğini, edecekse de hangi şartlarda edeceğini düşünmesinin zamanı gelmiştir.
HERKESE KULAK VERİP KİMSEYE KULAĞI KAPTIRMAMAK GEREKİR
-Soru: AB müzakere süreci bitirilmeli mi?
-Cevap: Kabul edilmeli ki iki taraf da diğeri için önemlidir. Sağlıklı bir ilişki kurmak ikisinin de lehinedir. Türkiye bu konuda millî menfaatleri çerçevesinde yeni bir strateji geliştirmek zorundadır. Müzakerelerin başladığı tarihten bu yana köprünün altından çok su akmıştır, şartlar, ihtiyaçlar, öncelikler değişmiştir. İlişkilerin aynı doğrultuda gitmesi için bir sebep kalmamıştır. Şunu da belirtmek gerekir ki AB'nin alternatifi AvRusyacılık ya da Şangay İşbirliği de değildir. Bunlar alternatif değil büyük bir güç olmak isteyen Türkiye'nin çok taraflı ve çok boyutlu diplomasisinin birbirini tamamlayan parçalarıdır.
Türkiye bölgesel lider ve uzun vadede küresel bir aktör olmak istiyorsa, tüm güç odaklarıyla yakın işbirliği kurmalı ancak hiçbirisine kendisini kaptırmamalıdır. Herkese kulak verip kimseye kulağı kaptırmamak gerekir. Bu da temeli sağlam ve rasyonel bir diplomasiyle mümkün olur. Türkiye'nin diplomasi geleneği bunun için elverişlidir, yeter ki iç siyasî kaygılar millî menfaâtlerin önüne geçmesin. Dış politika, iç siyasete alet edilmeden millî bir sorumluluk bilinciyle belirlenmeli ve uygulanmalıdır. Başarılı bir dış politikanın millî uzlaşı gerektirdiği gerçeği tüm siyasî partiler tarafından anlaşıldığında, Türkiye'nin bölgesel ve küresel sorunlarla başa çıkması çok daha kolay olacaktır."