8 Haziran 2013 tarihinde, Millî Kütüphane Konferans Salonunda TASAV tarafından “Çatışma ve Kaos Ortamında Ortadoğu Türkleri” başlıklı bir panel düzenlenmiştir. TASAV Başkanı İsmail Faruk Aksu’nun açılış konuşmasıyla başlayan panelde, akademisyenler tarafından çeşitli sunumlar yapılmış, Ortadoğu’nun içinde bulunduğu kaotik ortam, Arap Baharı, bu durumun Türkiye’ye olası etkileri, Ortadoğu coğrafyasındaki Türkler’in mevcut konum ve durumları, bu süreçte takip edilmesi gereken politikalar gibi birçok husus ayrıntılı biçimde tartışılmıştır.
Panelin açılış konuşmasında TASAV Başkanı İsmail Faruk Aksu, ekonomik ve siyasî çıkar peşinde koşan büyük güçlerin çatışma alanı hâline gelen Ortadoğu’nun, 11 Eylül saldırısından sonra Batılı güçler tarafından yeniden dizayn edilmeye çalışıldığının altını çizmiş, İslâmofobi’nin şekillendirdiği bir senaryonun muhatabı olduğunu ifade etmiş, Birçok soydaşımızın da yaşadığı büyük bir coğrafyayı içine alan Büyük Ortadoğu Projesi’nin ve Arap Baharı’nın Ortadoğu Türklerine etkilerine değinerek, soydaşlarımızın muhatap oldukları mağduriyetlere ve bölgeyi bekleyen tehlikelere dikkat çekmiştir. Türkiye’nin bu süreçte kendisinden beklenen ağırlığı ortaya koyamadığını, Ortadoğu Türklerinin Türkiye’nin Ortadoğu politikasının ana ekseni olamadığını vurgulayan Aksu, başta İran, Irak, Suriye ve Lübnan Türkleri olmak üzere genel olarak Ortadoğu Türklüğünün ihmal edildiğini dile getirmiştir. TASAV olarak Türk millî vicdanının sesi olma gayreti içinde, unutulan Türk varlığının değerlendirilmesinin ve gündeme taşınmasının bir zaruret haline geldiğini düşünerek onların sorunlarına ilgilerin dikkatini çekmeye ve oluşturulacak politikalara katkı sunmaya çalıştıklarını belirtmiştir.
“Lazkiye’den Horasan’a Türk Varlığının Siyasî ve Sosyal Durumu” başlıklı birinci oturumun başkanlığını yapan Doç. Dr. Yalçın Sarıkaya, kısaca TASAV’ın faaliyetleri, yayınları ve meselelere bakış açısıyla ilgili bilgi vermiştir. Uluslararası ilişkiler alanında çalışan ve her biri saha uzmanı olan çok değerli bir ekiple panele hazırlanıldığını ifade ederek sözlerini sürdüren Sarıkaya, dış politika alanında “saha” iyi etüt edilmeden politika üretmenin sağlıklı bir sonuç doğurmayacağının altını çizmiştir. Sarıkaya; Ortadoğu’da Türk-Türkmen merkezli bir politika belirlemenin önemi, mezhep kavgası meselesi, demografik dengeler, asimilasyon girişimleri, Ortadoğu’da Yeni Osmanlıcılık politikasının nasıl algılandığı, Arap Baharı ve demokratik talepler gibi konuların panel boyunca tartışılacağını vurgulamıştır.
“Ortadoğu’da Türk Varlığı ve Bunun Siyasî Anlamı” başlıklı bir sunum yapan Doç. Dr. Timuçin Kodaman, son on yılın Türk dış politikasının yönelimlerini değerlendirmiştir. Türkiye’nin Ortadoğu’ya “yumuşak güç” unsurlarıyla dönmeye çalıştığını, ancak bunun için yeterli bir hazırlığı olmadığını ifade eden Kodaman; Türkiye’nin Suriye, İsrail, Irak ve İran’la aynı anda kötü ilişkilere sahip olmasının “sıfır sorun” politikasının çöktüğüne işaret ettiğini dile getirmiştir. “Sıfır sorun” politikasının zaten fazlaca idealist bir yaklaşım olduğunu, sahanın gerçekleriyle örtüşmediğini ifade etmiş; Irak’taki çuval olayı, Mavi Marmara faciası ve Suriye tarafından uçağımızın düşürülmesinin Türkiye’nin itibarını sarstığını kaydetmiştir. Ayrıca mezhep ayrışmasını körükleyen bir siyasî jargonun şu an Türkiye’nin dış politikasının merkezine yerleştiğini, bunun doğru bir yaklaşım olmadığını, bölgedeki Türk varlığının Türkiye’nin en büyük avantajı olduğunun unutulmaması gerektiğini dile getirmiştir.
“Irak’ta Türk Varlığı ve Sorunları” başlıklı bir sunum yapan Yard. Doç. Dr. Serhat Erkmen, Irak’ta Türkler’in yaşadığı bütün köylere gitme imkânını bulan nadir uzmanlardan birisi olarak Irak’taki Türkler’in sorunlarının iki kategoride toplanabileceğini söyleyerek sözlerine başlamıştır. Bunların başında, Irak Türklerinin çok uzun süre boyunca otoriter bir rejim içinde baskı altında tutulması, asimile edilmeye çalışılması, bunun bir sonucu olarak bazı Türkmen kesimlerinin millî kimlikten uzaklaşması geldiğini ifade etmiştir. Erkmen, daha önce çok büyük bir sorun olmayan mezhep meselesinin 2003’ten beri Türkmenler açısından da bir ayrışma meselesi hâline gelmeye başladığının altına çizmiştir. Türkmenlerin yaşadığı yerlerin coğrafî açıdan çok dağılmış olmasının siyasî dağınıklığa da yol açtığını, bütün Türkmenleri toplayacak güçlü siyasî figürlerin çıkmasını engellendiğini ifade eden Erkmen, son zamanlarda bazen toplu biçimde bazen münferit suikastlarla çok sayıda Türkmen’in katledildiğine dikkat çekmiştir. 90’lı yıllarda her şeye güvenlik gözüyle bakan ve hata yapan Türkiye’nin, 2000’li yıllarda ise her şeye ekonomik çıkar gözüyle bakmaya başladığını ifade etmiştir. 90’lı yıllarda Irak Türkmenlerinin önemli merkezlerinden birisi olan Erbil’de, sokak isimlerinden kültürel eserlere kadar her alanda yerli Türk-Türkmen izinin bilinçli bir şekilde yok edildiğini, bunun bir kayıp olduğunu, benzer bir kaderin Kerkük’ün de başına geldiğini belirten Erkmen, Türkiye’nin bu konudaki sessiz tavrının ekonomik saiklerden kaynaklanmış olabileceğini dile getirmiştir.
“İran İslâm Cumhuriyeti’nde Türkler ve İran’ın Dış Siyaseti” başlıklı bir sunum yapan Yard. Doç. Dr. Serkan Taflıoğlu, İran’la ilgili analizlerin birçoğunda İran’ın anayasal yapısı yeterince iyi bilinmeden yorumlar yapıldığını dile getirerek sözlerine başlamış, İran’ın kendisine özgü yapısını anlatmıştır. İran tarihini Türkler’in 11’inci yüzyıldaki Türk göçlerinden itibaren mukayeseli bir analizle anlatan Taflıoğlu, 16’ncı yüzyılda Şah İsmail’le birlikte İran’da yeni bir dengenin kurulduğunu, ama daha sonraları Fars kültürünün süreç içinde İran coğrafyasına egemen olduğunu dile getirmiştir. Devrim sonrası kurulan İran İslâm Cumhuriyeti’nde yeni bir fıkıh yorumunun devlete egemen olduğunu, 1979’da anayasanın yenilenmesiyle yasama-yürütme-yargı erklerinin kontrolünün velâyet-i fakihe bırakıldığını, yeni sistemde en etkin gücün dinî otorite hâline geldiğini anlatan Taflıoğlu, bu konunun ayrıntıları bilinmeden yapılan analizlerin yanıltıcı olacağını ifade etmiştir. İran’da önemli bir Türk varlığı bulunduğu, bunların İran yönetiminde çok etkili olduğunu dile getiren Taflıoğlu, İran’daki Türklerin özellikleri üzerine bilgi vermiştir. Dünyanın 20 yıl sonra en büyük gücü olacağı projekte edilen Çin’in ihtiyaç duyduğu enerjiyi İran’dan sağladığı, keza Rusya’nın İran’la iyi ilişkiler içinde bulunduğu, hatta stratejik ilişkiler geliştirdiği dikkate alınmadan yürütülen politikaların Türkiye’yi zora soktuğunu belirtmiştir.
“Suriye ve Lübnan Türkmenleri” başlıklı bir sunum yapan Ortadoğu Uzmanı Oytun Orhan, Suriye ve Lübnan Türkmenlerinin nüfus, nitelik ve siyasî tutumlarının İran ve Irak’taki Türk varlığına nispetle daha az bilindiğini anlatarak sunumuna başlamıştır. Suriye Türkmenlerinin 2011 yılına kadar hiçbir surette siyasal bir tutum belirleyemediklerini, kültürel nitelikli dernekler bile kuramadıklarını, dolayısıyla bu grubun siyasallaşma sürecinin henüz yeni başladığını ifade eden Orhan, hem coğrafi dağınıklık hem de örgütsüzlük sebebiyle Türkmen nüfusun Kürtlerinki kadar güçlü bir siyasî etkiye ulaşamadıklarını vurgulamıştır. Suriye’de kurulan Türkmen siyasî oluşum ve platformları hakkında bilgi veren Orhan, bu yapıların zaman içinde daha etkili hâle gelebilmesi için Türkiye’nin neler yapması gerektiğine değinmiştir. Bayır-Bucak Türkmenleri başta olmak üzere çeşitli Türk topluluklarının Suriye’nin hangi bölgelerinde bulunduğunu anlatan ve onların hem sosyo-ekonomik durumları hem de siyasî tutumları hakkında bilgi veren Orhan, Türkmenlerin mezhep açısından Suriye’de homojenlik gösterdiğini ve bunun ayrışmayı engellemek adına bir avantaj oluşturduğunu ifade etmiştir. Suriye’deki Türkmenlerin askerî varlığının gücü ve sınırlı etkisi hakkında analizler yapan Orhan, mevcut rejimin çökmesi durumunda Arap Alevileri, Sünnî Araplar ve Kürtler karşısında nasıl bir zorluk içinde olabileceğini değerlendirmiştir. Lübnan’da, özellikle Akkar’da ve Baelbek’te Türkmen köyleri olduğunu, Lübnan’da yaklaşık 10 bin civarında Türkmen yaşadığını belirten Orhan; ayrıca başkent Beyrut’ta vaktiyle Türkiye’nin özellikle güneydoğusundan göç etmiş ancak hâlâ Türk kimliği taşıyan bir nüfus bulunduğunu, bu hesapla Lübnan’da yaklaşık 50 bin civarında Türk yaşadığını, bunun da Lübnan ölçeğinde bir ülke için büyük önem arz ettiğini dile getirmiştir.
“Arap Baharının Ortadoğu Türklerine Etkisi” başlıklı ikinci oturumun başkanlığını yapan Prof. Dr. Yusuf Sarınay, birinci panelde Ortadoğu Türklüğünün meselelerinin ele alındığı, ikinci panelde ise Ortadoğu’nun genel bir fotoğrafının çekileceğini ifade ederek sözlerine başlamıştır. Türk milletinin bu kadar zor bir coğrafyada büyük medeniyetler kurmuş olan Türk milletinin, bunu sadece askerî güç ile değil, büyük bir kültür hamlesi ve üstün bir yönetim anlayışıyla gerçekleştirdiğini belirten Sarınay, 20’nci yüzyılın başında Türk milletinin yaşadığı büyük trajediye dikkat çekmiştir. Ortadoğu coğrafyasından bahsedilirken sanki milletimizin çok yabancısı bir yerden bahsediliyormuş gibi konuşulduğunu, oysa 100 yıl önce bu coğrafyanın büyük oranda Türkler tarafından yönetildiğini, küresel güçlerin paylaşım kavgasının şiddetlendiği günümüzde bu hususa dikkat edilmesi gerektiğini ifade etmiştir. Sarınay, medeniyetimizin zirvesi ve önemli bir tarihî tecrübe olan Osmanlı geçmişimizin çarpıtılmadan yorumlanması gerektiğini, Osmanlı’ya atfedilen eyalet sisteminin şimdi tartışıldığı gibi olmadığını belirtmiş, iç ve dış boyutlu olan Kürt meselesine de günlük politikalara boğulmadan bakılması gerektiğini belirtmiştir. Türk dış politikasının Gazze için ağıt yakan bir görünüme büründüğünü ifade eden Sarınay, aynı duyarlılığın Ortadoğu Türklerine de gösterilmesi gerektiğine işaret etmiştir.
“Arap Baharıyla Değişen Ortadoğu’da Değişen Dengeler” başlıklı bir sunum yapan Prof. Dr. Celalettin Yavuz, Arap Baharı’nın başladığı ülkelerin süreç öncesindeki siyasî, sosyal ve ekonomik durumlarını özetleyerek konuşmasına başlamıştır. Bu kapsamda Tunus, Libya, Mısır, Suriye, Yemen, Birleşik Arap Emirlikleri, Suudî Arabistan, Ürdün ve Katar hakkında bilgiler veren ve bu ülkelerin bölge dışı aktörlerle ilişkilerini anlatan Yavuz, aynı zamanda bölge içi gruplaşmalar ve süreç başlamadan önce ortaya çıkan kutuplaşmaları özetlemiştir. Arap ülkelerine liderlik yapmayı becerecek bir ciddî ülke ihtiyacının bu süreçte belirginlik kazandığını, bu konuda en kuvvetli adayın Mısır olarak öne çıktığını, Rusya’nın Akdeniz’de ve dünya güvenlik sisteminde ağırlığını hissettirdiğini dile getirmiştir. Suriye’deki istikrarsızlığın etkilerinin en fazla Türkiye’de hissedildiğini, Suriye Baharı’nın faturasının Türkiye’ye kesildiğini söyleyen Yavuz, bölgede Müslüman Kardeşler ile Selefilerin güç kazandığını ve İsrail’in avantaj kazandığını da dile getirmiştir. Genel Sekreterliğini Türkiye’nin yönettiği İslâm İşbirliği Örgütü’nü etkisiz kalmakla eleştiren Yavuz, baharı yaşayan ülkelerde de çifte standartlar yürütüldüğünün altını çizmiştir. Zaten karışık bir coğrafya olan Ortadoğu’nun etnik ve mezhepsel gerilimlerle iyice parçalandığını ve toplulukların birbirine iyice düşman edildiğini ifade eden Yavuz, Türkiye’nin bu süreçte gördüğü zararları da özetlemiştir. Suriye konusunda yeni bir politika belirlenmesi ihtiyacına dikkat çeken Yavuz, dış politikanın kişisel tercihler, öfke veya dostluklar üzerine değil, rasyonel tercihler üzerine inşa edilmesinin önemini vurgulamıştır.
“Türk Dış Politikasında Ortadoğu ve Arap Baharı” başlıklı bir sunum yapan Yard. Doç. Dr. Kürşad Turan, Türkiye’nin Ortadoğu’ya daha fazla ilgi göstermesinin AKP Hükümeti dönemiyle sınırlandırılmasını doğru bulmadığını söylemiş, bunun dönemsel bir mesele olduğunu belirtmiştir. 2003’ten sonra kötüleşen ABD ile ilişkilerin düzeltilmesinin bu süreçte etkili olduğunu, ama aynı zamanda ideolojik birikimlerin de bunda rol oynadığını dile getiren Turan, Türkiye’nin Osmanlı geçmişi ve İslâm vurgusu ile Sünnî kesimlere yöneldiğini ifade etmiştir. Sizin kendinizi tanımlama biçiminiz kadar muhataplarınızın sizi nasıl tanımladığının da önemli olduğunu belirten Turan, Arap ülkelerinin Türkiye’ye bakışı ile AKP Hükümeti’nin Arap toplumlarına bakışı arasında bir açıklık olduğunun altını çizmiştir. Yavuz; Türkiye’nin bu dönemde Ortadoğu’daki gündemi arabuluculuk yaparak yönlendirmeye çalıştığını, bunda zaman zaman başarılı olduğunu, ancak özellikle İsrail-Filistin anlaşmazlığı ve İran’ın nükleer projeleri konusundaki arabuluculuk girişimlerinde başarısız olduğunu da ifade etmiştir. Arap Baharı sürecinde Türkiye’nin takındığı tutumun siyasî ilkelerini analiz eden Turan, Tunus’ta Türkiye’nin konuya geç kaldığını, Libya’da çok büyük tutarsızlıklar sergilediğini, bunun da küresel güçlerin Türkiye’nin sözünü çok fazla dinlemediğini ortaya çıkardığını belirtmiştir. Mısır’da Tayyip Erdoğan’a yönelik protestolara değinen Turan, Suriye’deki meselede Türkiye’nin tutumunun radikal müdahale ile merkez politika arasında gidip geldiğini, en son merkez politikaya razı edildiğini, bu yüzden genel olarak Türkiye’nin tutarlı ve kalıcı bir Suriye politikası bulunmadığını söylemek gerektiğini vurgulamıştır. Türkiye’nin bölgede aktif-katılımcı mı yoksa yapıcı-reformcu mu bir çizgi takip edeceğine karar vermesi gerektiğini, her ikisinin de önemli dezavantajları bulunduğunu anlatan Turan, genel olarak Türkiye’nin kapsamlı bir Ortadoğu politikasının bulunmadığını ifade ederek sözlerini tamamlamıştır.
“Irak Açmazında Türkler” başlıklı bir sunum yapan Prof. Dr. Mahir Nakip, Ortadoğu’da olup bitenlerin Irak’ta başladığını belirterek sözlerine başlamıştır. Ortadoğu coğrafyasının da Irak coğrafyasının da büyük oranda yapay sınırlara sahip olduğunu dile getiren Nakip, sorunların başında bu hususun olduğunu demografik verilerle izah etmiştir. Türkiye’nin 80 yıllık dış politikasında komşu ülkelerin içişlerine karışmama eğiliminde olduğunu, hatta bunu ifrata vardırarak kendi soydaşlarının katline bile göz yumduğunu, ama ABD’nin 2003 yılındaki Irak müdahalesinin bütün bu tabloyu değiştirdiğini ifade eden Nakip, ABD’nin Kürtler ile ittifakının bu unsuru bölgede çok ön plana çıkardığını dile getirmiştir. Bu süreçte Kerkük’ün Kürtlere terk edildiğini, Türkmenlerin 2011 yılına kadar haklarından mahrum bırakıldığını, yine Türkmenler arasında ciddî bir mezhep geriliminin doğduğunu belirten Nakip, Irak’ın en büyük sorununun Sünnî Araplar ile Türkmenlerin süreçten dışlanması olduğunu söylemiştir. Demokrasiden haberi olmayan bir ülkeye anayasa yoluyla federatif yapının getirilmesinin büyük bir hata olduğunu vurgulayan Nakip, iki resmî dilin varlığının ayrışmayı körüklediğini ve anayasaya doğal kaynakların dağılımı hakkında konulan maddenin büyük bir gerginliğe yol açtığını kaydetmiştir. Etnik ve mezhepsel çatışma, güvenlik yokluğu, yaygın yolsuzluk, sosyal bozulma ve altyapı yetersizliğini Irak’ın en büyük sorunları olarak tanımlayan Nakip, 2010 yılı verilerine göre Irak’ta 1 milyon dul, 4 milyon yetim, 4,5 milyon mülteci bulunduğunu ifade etmiştir. Irak-Türkiye ilişkilerini 2003-2008 döneminde “düzelme”, 2008-2011 arasında “gelişme”, 2011 sonrasında “gerileme” olarak tavsif eden Nakip, bu politika değişiminin Türkmenlere hangi açılardan zarar verdiğini ve ortaya çıkması muhtemel büyük riskleri ayrıntılarıyla anlatmıştır. Nakip, sunumunun kalan kısmında patlamaya hazır bir bomba gibi büyük bir risk arz eden Kerkük sorununun niteliğini ve boyutlarını dinleyicilerin dikkatine sunmuştur.